Kadınlar dedim. Kadınlar. İnce belli bardak kadarlar.
Ama düşürüp kıranlardan hep; bizlere olan uzaklığı ve pekâlâ kırgınlığı.
Ah kadınlar. Ne kadındır o. –güzel olduğunu görebilmesi için arabaların siyah camlarına bakmaya tenezzül dahi etmeyen bir kadın-
Duru suların en şeffaf damlası kadar zarif kadın. Ah kadınlar.
Terk etmesini en iyi bilen varlıklar; âşık edebildikleri kadar.
Vay adamlar.
Kaç can yandı, kaç adam tükendi ince tül perdenin ardında umutsuzca bekleyen, kaç adam..
Kaç adam!
Kaç git sen, durdukça kudurup, sustukça uyumaktan kaç git.
Ne o gelsin, ne sen bekle; ama gidişini unutma koca adam.
Bilmez misin, giderken sarardı, pek solardı; içerken âlâ bakardı, çığlıklarla susardı. –o ne gidişti kadın!-
Sen hep git, geri geleceksen; sen hep git.
Ama gel. –gelirsen ne âlâ canıma. ama gideceksen ne fayda kanıma?-
Diye yazmaya başladım; sararmış ve köşeleri kederden kahrolmuş, çok da eski olmayan defterime. –anılarım kadardı eskiliği- Yazarken oldukça yorulmadığımı hissediyordum, bu hissi bastırmak için ise sürekli yazmaktan kaçınmayacaktım. Bunca acıyı zahmet etmeden çekmiş iken, birkaç sayfa daha yazmaktan ne zarar gelebilir ki, pekâlâ mantıklı geliyor yazmak. Fakat karşımda duran suratı asık adamın dağınık saçlarını izlemekten yazamıyorum. Dikkatimi dağıtacak bir aptallığa sahip olduğu kesin. Tıkandığım yerlerde yardımcı olabilir diye düşlediğim dağınık saçlı, burnu ve yüzü ayrıca çirkin olan şu adam dikkatimi dağıtıyor! –böylesine bir çirkinlik tanrıyı bile utandıracak neredeyse- Kafamı sağa sola çevirdiğimde aynadan başka hiçbir şeyin olmadığını, -dağınık saçlarım gözümün önüne düştüğünden dolayı- geç de olsa anladığımı fark ettim. Ve o an fark etmenin ne denli haz verici olduğunu keşfettim. Uzun süredir tanrı tarafından aldatılan, insanlık tarafından kandırılan ve kendi ruhu tarafından hakarete uğrayan biri olarak, bunların hiçbirini fark edemediğimi sizlere söylemeyi düşünmüyorum tabii ki. Ruhsal ve bedensel olarak en ucuz fiyat benim hayatıma ait olabileceğini düşündükçe umutlarımı kaybediyorum. Umutlarımı kaybettikçe aslında umutların hiçbirine de ihtiyacım olmadığını anlıyorum. Dağınık saçlarımın gözümün önünde bıraktığı ufak aralıklardan gördüğüm kadarıyla, aynaya bakarak daha ne kadar hakaret kaldırabileceğimi düşündüm. Bu kadar sefalet yeter dedim –bağırarak, çünkü bağırabilmek en lüks şeylerdendir- ve henüz düşünmeye bile başlamamışken kanımın ısınıp kaslarımın hareketlenmesiyle beraber, ani bir karar ile yerimden sıçradığımı gördüm. Bunlar olurken gözlerimi aynadan asla ayıramazdım. Bu kadar çirkin bir insanın zarif bir kalkış yapması oldukça heyecan vericiydi, bunu tekrarlamam mümkün olamazdı. Sararmış ve köşeleri kederden kahrolmuş çok da eski olmayan defterimi yere atıp umarsızca ellerimi cebime attım. Aradığım şeyin ne olduğunu düşünmeye zamanımın olup olmadığını düşünürken, birden buluverdim –sokakta tanımadığım bir adamın durdurup hediye ettiği saati- onu. Karanlıkta onu görmek ne mümkün? Kendimi tanrının ışıklarına doğru ittiğimde, burnuma gelen o anlamsız koku, elimdeki saati geri cebime koymama neden oldu. Benliğimi ve –çirkin yüzümü de unutmadan- fiziksel eğilimlerimi bir an için kaybettim, aynı zamanda nefesimi tutuyordum. Neyse ki, uzaktan akraba sayılabilecek bir kızıldereli ailenin evlilik töreninde yediğim mantarların etkisini tekrar yaşamamıştım. Bu öykümü başka zaman sizlerle belki paylaşabilirim, fakat, şunu da söylemek isterim ki, her insanın yaşaması gereken bir tecrübeydi. Tanrının ışığı sandığım yer, bir barakanın çıkış kapısıydı sadece. Bu pek de lezzetli olmayan koku çöp kutusunun ta kendisiymiş. Bunu şimdi hatırladım sanırım. Saatimi tekrar çıkartıp aptal yelkovana gözlerimi diktiğimde, birkaç dakika sonra bir şeylerin olacağını, fakat, ne olacağını bilmediğim için anlam veremediğim telaş ve heyecan içerisindeydim. Alnımdan akan terler, buz kesilen ellerim, elimdeki eski saat ile neredeyse savaş içerisine girmişti. Etraf o kadar sessiz ve pis kokuyordu ki, korkmamak için hiçbir neden yoktu. Beklediğim şeyin varlığını hissetmeye başladığımda buz kesmiş ellerim sıcak terler içerisinde kalıverdi. Ne olduğunu bile anlamaya zamanım olmayacaktı –ne yaptığım hakkında zerre düşüncem yoktu- sakin olmalıydım. Ve etraf o kadar sessizdi ki, aslında sessizliğin yaptığı o koca gürültüleri bile duyuverdim. Sağ tarafımdaki çöp konteynırında sessizce miyavlayan kediyi en iyisi bir kenara bırakın, aslında neyi beklediğimi çözmeye odaklanıyordum tek gözümü kapatmış halde. Acaba –gelecek! diye haykırdı düşüncelerim- gelir mi? Yirmi Mayıs’ta giden, on yedi Nisan’da geri gelir mi? Giden niye gelir, geleni niye tutamayız diye düşüncelere daldığım o vakit, sessizliğin içinden sessizce yaklaşan bir gölgeyi süzmeye başladım. Gölge yaklaştıkça kasıklarıma ağrı giriyor, adrenalin en üst seviyede kalbime ve böbreklerime, bir davulmuşçasına vuruyordu! Ah ne vuruştu onlar! Sanki gelen misafire eşlik edermişcesine vuruyorlardı, koca bir imparator atının üzerinde geçiyordu binlerce insanın arasından, o denli vuruyordu davullar organlarıma. Pek de kızıldereli olmayan birkaç insanla beraber kullandığım bir maddenin etkilerine benziyordu doğrusu. Karşımda bir çift ayakkabı vardı ve aklımın içerisinde binlerce fikir, düşünce ve savaş. O kadar yavaş hareket ediyordum ki; zaman ayak uydurmasa utanırdı! Yarı açık topuklu ayakkabı ve deri rengi çorabını gördüğümde bunun ne câni bir yaratık olduğunu oradan anladım! Kaçın dedim organlarıma, koşun dedim fikirlerime, susun dedim ruhuma ve diğerlerine; koca yaratık geliyor, saklanın! O harika, pürüz dahi olmayan bacaklarını gördüğümde, heyecandan gözlerimi yuvalarından çıkartıp saçlarıma kondurmuş gibi hissettim. -Ah nasıl güzeldir o kadın!- Saçları kendisiyle yarışıyordu sanki, koşar adımlarla, yılanlar gibi sevişircesine birbirine dolanarak, en önden gözüktü; zifiri karanlıklara meydan okuyan siyah saç rengi. Sokakta oynayan bir erkek çocuğu gibi önden koşan saçların hemen ardından bir kız çocuğu kadar narin, sempatik ve meleksi güzelliğe eş değer burnu gözüktü. Ellerimden akan terler ise, az önce bir kenara bıraktığımız kediye neredeyse su kaynağı olmuştu. Bir an tüm dikkatimi dağıtacak olan kediyi olabildiğince hızlı bir şekilde kafamdan atıp, karanlıktan çıka-gelen devasa güzelliğe daldım. Kimdi ki bu? Yoksa Mayıs’ta giden, Nisan’da geri mi geldi? Yalvardım her tanrıya, zamanı hızlandırın diye, sadece birkaç saniye; şu sokağı artık dönsün diye! Dönsün de tüm benliği ile, tüm benliğim ile göz göze gelelim. Henüz ikinci adımı bile atamadan sağ eli girdi gözlerimin içine. Diken diken oldu tüm vücudum, kasıldım ve heyecandan midem ağzıma gelmek üzereydi. Hadi dedim! Yarım saniye daha! Hadi zaman, hadi tanrım! Yalvarıyorum sizlere, yarım saniye daha yaşatın ki beni, göreyim bu kadını! Ve tek gözüm halâ kapalıydı anlamsızca. Bu şöleni yaşarken açabilirdim ancak. –kadını gördüğümde- Kedi ne yapıyordu acaba? Yarım salise önce hemen yanımdaydı ve umarım başına bir şey gelmemiştir diye düşünürken; döndü! Eğer tanrının bir cinsiyeti olsaydı ve o –tanrı- bir kadın olsaydı; bu güzellik karşısında kıskançlıktan çılgına dönerdi. Bir an olsun aklıma gelmedi değil; tanrının, meleklerini kovmuş olması. Emin ve hızlı adımlarla birden yanımda belirdi canavar gibi kadın. Beyaz fularının hafif kapattığı göğüs dekoltesini, giydiği bir beyaz, dar elbisesi geri açıyordu. Nutkum tutulmuştu karşısında ve bir taraf karanlıktı halâ –tek gözüm kapalıydı-. Birden, ellerini cebime atıp, ne aradığını bilmiyormuş gibi karıştırırken buldum onu. Bir şey eline çarptığında durup güldü sadece. Saatimi bulmuştu –sokakta tanımadığım bir adamın durdurup hediye ettiği saati- sanırım. Elindeki saati göstererek, dünyanın en güzel manzarasına ev sahipliği yapan o sesiyle henüz on yedi Nisan’ın bitmediğini söyledi. Ne diyebilirdim ki? Geri gelmişti. Bırakıp gittiği yere –beni bırakıp gitti yere-, geri gelmişti. Neden geri geldiğini sorma cesaretimi tam oracıkta toplamışken, yazın en güzel günü kadar hafif serin elleriyle dudağımı kapattı, sesimden nefret edermişcesine. Arkasına bile bakmadan alıp gitti tüm zamanı –sokakta tanımadığım bir adamın durdurup hediye ettiği saati- elimden, tek kelime çıkmadı ağzımdan, düşüncelerim ise milyarlarca kez sitem etti. Yine gitmek için uğramış şu kadın. Düşemedim gölgesinin peşine, sövemedim de gitmesine. Kalp atışlarım git gide yavaşlayınca özledim aynanın karşısını. Oturduğumda ise, vücudumda dolaşan kimyasalların etkisi geçmiş olmalı ki; aynada belirdi aynı adamın çirkin yüzü. Yine gözümün önüne düşen dağınık saçlarımdan kör olmak üzereydim; hak ettiğim gibi! Oldu olası aptaldım, böyle de kalmaya devam etmeliyim.
Ben, gidenin dönmesini uman bir ahmak adamım, ustası kayıplara karışmış hayalperest bir çırak.
Büyük evin bermuda şeytan üçgeni, bono’nun derdasıyım.
Ama en iyisi de, mori’nin arjantin'iyim.
Ben ne senim, sen de ne ben olabilirsin.
İyi seyirler kafası!
