Saatler geçmişti... Abim bana verdiği sözünü tutarak ağzını açmamıştı fakat benim amacım bu değildi. Yani ben ondan sessizlik isteyecektim, o ise konuşacaktı ama işler tam öyle gitmedi. Ne ben ne de o ağazını açtı; sadece sessizlik.
Ne kadar zamandır yoldaydık bilmiyorum fakat artık uyku yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Aşağı düşmek için yalvaran göz kapaklarımı daha fazla tutamadım ve sonrası karanlık...
***
Uyanmıştım fakat gözlerimi açamayacak kadar yorgundum. Kendime gelip etrafı dinlemeye başladım, hiç ses yoktu. Kendimi var gücümle zorlayıp göz kapaklarımı açmayı başardım. Sabahın güneşi tam yüzüme vuruyordu, elimi gözlerime siper ederek etrafı taradım ve yanımda abimin olmadığını fark ettim. Biraz doğrulunca üstümdeki bir şey kaydı ve benim bunun bir ceket olduğunu anlamam saniyelerimi aldı.
Arabanın kapısını açtığımda soğuk bir rüzgâr tenimi yaladı. Ceketin üzerimden düşmesine izin verdiğim için pişman olmuştum ama iş işten geçmişti. Arabanın etrafında bir tur atınca bir dinlenme tesisinde olduğumuzu fark ettim. Camın arkasında abim, önündeki kahvesiyle bakışıyordu. Hiç içmediğini anlamak için yanına gitmeme gerek yoktu. Tam abimin yanına doğru ilerleyecektim ki soğuk bir rüzgâr daha tenimi yakınca hızlı adımlarla arabaya doğru yürüdüm.
Elimi arabanın kulpuna götürüp kendime doğru çekme çabalarım hayal kırıklığıyla sonlandı çünkü araba kitlenmişti. Oflayarak -bu sefer hızlı adımlarla- abime doğru yürümeye başladım. İçeri girdiğimde burnuma çarpan kahve kokusu görülmeye değerdi. Kahve benim vazgeçilmezlerimden olduğundan burada bir ömür kalabilirdim. Bu anın tadını çıkarmak adına yavaş -çok yavaş- adımlarla abimin yanına ulaştım.
İlk başta beni fark etmese de kısa sürede gözleri beni buldu. Uyumadığı gözlerinin altındaki mor halkalardan belliydi. Gözlerinin etrafı kanlanmıştı ama göz kapakları isyan etmek istercesine kapanmak istemiyor gibiydi. "Geldiğini fark edemedim" dedi mahmur bir ifadeyle, onun bu haline acıdım. Cevap vermeden karşısındaki sandalyeye geçtim. "Hâlâ sessizlik mi istiyorsun?" sesi sinirli gibi değilde, ne desem onu yapacak bir tondaydı. Ama bunun cevabını kendime bile verememişken ona nasıl vermemi beklerdi?
"Hayır" dedim kendimden emin bir ifadeyle. "Tamam" dedi sanki bu cevabı bekliyormuşcasına. "Sana bir şeyler alıp geliyorum" dedi itiraz istemeyen bir tonda. Cevap vermemi beklemeden arkasını döndü ve uzaklaşmaya başladı. Aslında utanmıştım, yani o benim abim olsa da; insanların bana bir şeyler almasından utanırım ben. Belki de parasızlıktan utanıyordum bilemiyorum.
Abim gelene kadar geleni geçeni izlemeye başladım. Biri esmer, biri sarışın olan iki bayan geldi ve tam yan masamıza oturdu. Çok zengin oldukları bir kilometre öteden bile belli oluyordu. Etrafa daha dikkatli bakınca yerlerin halıflex olduğunu fark ettim. Kahvehane gibi bir yerdi. Tavanda kocaman, yere doğru taşları sallanan bir avize vardı. Masalar koyu kahve tonlarındaydı. Kokuyu hissedince sigara kokusu aldım. Sanki bir kaç saat önce içilmiş fakat duvarlara nüfûz etmiş gibiydi. Çok geçmeden abim elinde bir tepsiyle yanıma geldi, tepsiyi önüme koyup; yan masadakilere kısa bir bakış attıktan sonra karşıma oturdu.
Tepsidekilere bakınca bir tabak nohut yanındada biraz pilav olduğunu gördüm. Çatalı elime aldım fakat yemekle bakışmaktan başka birşey yapamadım. İştahım yoktu ve hâlâ suçluluk duygusu hissediyordum. Bu çok kötü bir histi sanki birisi içinize bir kurt koymuş ve bu kurt sizi yavaş yavaş kemiriyor gibiydi. Abim yemekle bakıştığımı fark edecek ki; "Neden yemiyorsun?" diye sordu.
"İştahım yok"
"Sana yedirmem mi gerekiyor Afra? Ye şunu zorlama, yol uzun belki bir daha dinlenmek için fırsatımız olamayabilir." Ah, evet haklıydı. Çocukluk yapıyordum, zorla çatalıma biraz pilav koydum ve yemeye başladım. Yan masadakilerin kahkahası, abimin dikkatini çekmek içindi. Yani bunu anlayabiliyorsunuz. Ama abimin sanki onlar yokmuş gibi davranması açıkcası beni şaşırtmıştı. Ah, doğru! Nasıl unuturum Ceyda'yı? Abim giderken pek bir hüzünlü bakmıştı sevdiceğine. Onu bir daha göremeyeceği için...