Fermuar

624 54 11
                                    

İnsanlar beni kamburumdan tanır. İster elli metre öteden görsünler, anında adım belirir akıllarında. Zaten hemen ardından da adımı işitirim, istemeye istemeye kaldırırım başımı, dakikalarca karşımdakinin benimle girmeye çalıştığı bayağı sohbetlerden sıkılmamış gibi yaparım. Aksi kabalıktır, ve ben kabalıktan nefret ederim.

Gençler pek yaklaşmaz yanıma genelde, aöa çocuklar, özellikle 3-5 yaş arkasındakiler, beni aklımın bir türlü almadığı şekilde severler. Akranlarım da bana garip bir saygı duyar; bu saygının ardında sevgi var mıdır bilmem, pek de umursamam açıkçası.

Çocukların beni sevdiği gibi, ben de en çok çocukları severim. Çocuklar saf, yetişkinler fesat ve pişkin, çocuk kalmaya çalışanlar da korkaklardır bana göre. Bu yüzdendir çocuklara olan bağlılığım. Onlar ikiyüzlülük kavramını duyduğunda boyunlarından yukarısını yoklar, ikinci bir yüz bulamayınca da, inatla ikiyüz istediklerini söyleyip ağlayabilecek kadar katıksızdırlar.

Her neyse, çocukları severim sevmesine de, hiç çocuğum yoktur. E haliyle, torunum da. Yaşlı sayılmam henüz, ama şu an bir çocuk yapmak isteyecek kadar dinç ve bencil de değilim. El değmemiş medeni durumum ve çocuksuzluğum çok yerinde bir karar gibi gelir bana.

Yine de, çoğu akranım gibi "Geleceği olmayam bu dünyaya çocuk ne gerek?" diye de düşünmem. Dünyanın geleceği olmadığına değil; insanlığın geleceği olmadığına inanıyorum. Çünkü her geçen saniye içimize çektiğimiz hava bizi biraz daha cehalete, biraz daha merhametsizliğe sürüklüyor sanki. Bu yüzden insanlığın seneler içinde biteceğini biliyorum, hep biliyordum. Ama dünya ne diye geleceksiz olacak ki? İnsanlar birbirini yese, dünya üzerinde tek bir insan organizması kalmasa, dünya şöyle bir 'oh' çeker, vurur kafayı keyif yapar. Öyle rahatlar ki, ömrüne ömür katar. Böyle düşündüğümden, yaşıtlarımın o klişe fikirleri beni strese sokmaktan başka işe yaramaz.

Neyse, kambur diye başlamıştım ben. Kamburluğumun vücudumu tuhaflaştırdığı gibi, kişiliğimde de doğrudan etkisi olduğunu düşünürüm. Aslında pek tuhaf değilimdir -en azından kendime göre- çünkü yaşadığım dönemde farklı olmak pek zahmetli bir işti. Farklıysanız; yalnızdınız, kötüye eğilimli hatta haindiniz. İnsanlar bu damgaları yemekten korktuğundan bir süre sonra o kadar sıradanlaşırdı ki, sanırdınız kişilikleri klonlamanın bir yolu bulundu. E hal böyleyken ben inatla farklı olunca, tuhaf yaftası da yapışmıştı üstüme.

Hoş, şimdi de pek farklı değil durum. Ama biraz daha özgür gençler artık. Tabii yine sınırları güçlü devletler tarafından çizilmiş bir özgürlük bu.

Bir türlü bahsedemedim kamburumdan, konuşkan değilimdir ama yazarken düşüncelerime çektiğim fermuar bozuluverir sanki. Bazen aklıma düşer de, belki de fermuar bile insanlarda özgürlüğü kısıtlayan bir sembol durumundadır. Sonra da kızarım kendime, yine saçmalıyorumdur çünkü.

Hah, artık kamburuma dönüyorum. Pek severim onu. Bence beni, ben yapan şey muazzam kamburumdur.

Şimdiki gençlerin laneti olan masa başında oturmaktan çıkmamış kamburum. Böyle doğmuşum. Bebekken annem fark etmemiş, ilkokul öğretmenim sırtımda bir bozukluk olduğuyla ilgili annemi bilgilendirse de, annem pek umuruna katmamış. "Sırada oturmaktandır. Hem içine kapanıktır o zaten, duruşu öyle oğlumun." diye geçiştirince öğretmen üstüne gitmemiş. Ancak liseye başladığım yıl, şiddetli ağrılarım olduğundan doktora gittiğimizde kifozum resmiyet kazanmıştı. Doktor bunca yıl nasıl farkına varamadığımız konusunda dehşete düşmüştü. O zamana dek, bana karşı ölen babamdan kaynaklı sorumluluğu dışında hiçbir şey hissetmediğini düşündüğüm annem, sanki öleceğimi öğrenmiş gibi haftalarca yaşlı gözlerle gezmişti. Hatta bir ara kendim bile yanılgıya düşmüş, acaba ölüyor muyum, kifoz tümörüm mü var, diye düşünmekten alıkoyamamıştım kendimi. Oysa, kifoz tümörü diye bir şeyin olup olmadığını dahi bilmiyordum. Annemi birkaç hafta öyle perişan görünce beni sevdiğinde ya da en azından bana değer verdiğinde karae kılmıştım. Ona defalarca hiçbir suçu olmadığını söylemiş, hatta beni içten içe ökdüren ağrı nöbetlerimde sırf üzülmesin diye sesimi çıkarmamıştım. Ama yine de bilirdim üzüldüğünü, gözleri hep mahçup bakardı. Zaten o gün doktordan geldikten sonra, gözlerindeki ifadenin değiştiğini de hiç görmemiştim.

FermuarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin