Ama sen beni unutamazsın, anımsarsın aniden
Bir adam bir akşam, misal bana benzeyen
Tutar geçer tam önündenNe yapsan sen beni unutamazsın
Bir yağmur yağsın da, bir şarkı çalsın
Sen beni ölsen unutamazsınAlevlerinin arasından kayıp geçen parmakları tüm sinir uçlarında titreşimlerle hissederken bıraktı kendini cayır cayır yanan tenin sahibine. Vücudunun en az ruhu kadar çıplak kalmış en gizli kıvrımlarında dolanan elin kalbine dolandığını düşündü. Tüylerini ürpertecek kadar soğuk bu parmakların kanını bu kadar ısıtmasının yoktu başka bir anlamı. Boynunu ibadet edercesine hassaslık ve tutkuyla süsleyen dudaklarla başı geriye düşerken onu böyle cayır cayır yakan ten ona asıl istediğini verdi. Adamın sol omzunu süsleyen kızıl yıldızdan binlercesi gözlerinin önünde patlayıp onu sonsuz bir rehavete ve bitmek bilmeyen bir zevke sürüklerken ağzından hıçkırırcasına kaçan isme ne engel oldu, ne engel olmak istedi.
"James, sevgilim..." Gencecik kızın dudaklarından dökülenler zevkle dolu olsa da korkuyla sarılıydı. "Seni unutmama izin verme." Seni unutturmalarına izin verme.
Genç kızın esasen öğretmeni olan sevgilisi kendini onu korumacı bir tavırla sarmaktan alamadı. "Benim buna gücüm yetmez ama biliyorum. Sen beni unutamazsın. Sen beni ölsen unutamazsın."
❄
Sıcacık kahve kupasını masaya bırakıp parmakları arasında dolandırdığı kalemi sıktı. Mürekkep olmuş parmakları küllü sarı, kısa saçlarının arasında dolandırırken birkaç tutamını hafifçe maviye boyadı.
Kuvvetli dikkati dışarıdaki hareketlenme ile bozulduğunda başını odasının büyük camından dışarı çevirdi ve manzara onun sıkılı dudaklarını yukarı doğru kıvıracak güzellikteydi, kar yağıyordu. Sandalyesini tamamen tam boy pencereye çevirip kendine birkaç dakika manzaranın keyfini çıkarma izni tanıdı. Hava kararıyordu ve iri, pamuksu kar taneleri gökten düşerken sonsuz uzay boşluğundaki parlak yıldızları andırıyordu.
Kış mevsimiyle olan anıları en iyileri değildi ama yaz insanı hiç değildi. Daha şimdiden kendini küçük evinde pamuklu pijamalarını giymiş ve kaloriferin dibindeki kanepesinde Dostoyevski okurken hayal etmeye başlamıştı bile. Onun haricindeki plaza kadınları akşamlarını yüksek mevkiili erkeklerle birkaç kadeh şarap içmek olarak hayal ederken onun tüm dileği pamuklu pijamaları, papatya çayı ve Dostoyevski'ydi.
Gözlerini daldığı manzaradan kurtararak önüne döndü. Toparlaması gereken birçok evrak ve mesaisinin bitmesine iki saat vardı.
❄
Eve gitmeden önce uğradığı kahve dükkanında, akşam yoğunluğuyla oluşan sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.
Yorucu ajan işlerinden sıyrılalı yıllar olmuş ve kendine yeni bir hayat kurmuştu. İyi bir işi, güzel bir maddi geliri ve siyah, Liho isimli erkek bir kedisi vardı. Herkese kendini Eniac-Tec'in bir çalışanı olarak kabul ettirmişti. Klasik bir iş kadınıydı. Kısa sarı saçları, nefis bir yüzü ve iyi bir pozisyonu vardı. Hayatında her şey sahiden yolundaydı. Bir şey hariç. Topuklu ayakkabılar. Onlardan hâlâ nefret ediyordu.
Liho'ya yeni çıkan bir çeşit mama almayı düşünürken bir anda oldu her şey. Kendisinden birkaç sıra öndeki ve kapıdan girerken kendisine kapıyı tutan mavi gözlü, uzun kahverengi saçlı ve kirli sakallı adam ismini mırıldandı kasadaki görevliye. James. Adamın ödemeyi yaparken gördüğü sol elindeki metalik gri eldivenler zihnini bulandırırken bacakları titredi. Tüyleri diken diken oldu ve tek yapabildiği düşmemeye çalışırken kafasının içinde dönüp onu dehşete düşüren anılar ve topuklu botları kendisine hiç yardımcı olmuyordu.