14.04.2014
Sabahları hep korkunç bir baş ağrısıyla uyanmaya başladım. Bu sabah da diğer sabahlardan farksızdı, farklı olan tek şey -ki farklılığı dahi bir rutindi- ayın on dördü olmasıydı. Bu da demek ki, her ayın on dördünde olduğu gibi kuşlardan önce uyanacak, ayı gökten kovalayacak ve güneşi getirecektim. Fakat öyle hissediyorum ki ay inmek istemiyor gökten, güneşin de tahtına oturası yok, sanki tüm evren, uzay boşluğunda uçan bu dev ancak küçük taş parçasında yeni bir günün başlamaması için isyan ediyor.
Ancak gün yine de doğuyor, insanlar doğuyor, umutlar doğuyor, fakat inanır mısınız, hiçbiri benim için değil. Benim için olan tek şey, beni iki sokak ötede bekleyen para zarfları, yabancılar, ve bisikletim. Diğer günlerde beni bekleyen hiçbir şey yok, ancak benim beklediğim çok şey var. Mesela bir mucize!
Pedala bastığımda sabah, düşündüm, beni bekleyen bir adam vardı, evet, Hyunshik Hyung! Fakat beni bekleyen daha büyük bir adam vardı, gökyüzüne baktığımda hissettim bunu damarlarımda. Bu adam sizin inandığınız adam mıdır bilmem, ancak benim inandığım adam bana inanmıyor olsa gerek. Yine de kanıtlamaya niyetliyim kendimi, pes etmek değil amacım.
Günlerimi hep geceleri anlatıyorum, belki bundan üzerilerine bir grilik düşüyor gözlerimden. Gece benim tek dostum, çünkü o anlattığında ben dinliyorum, ve ben anlattığımda o. Pek çok farklı hikayesi var fakat ben en çok rüzgarı seviyorum sanırım. Rüzgarı gecenin ağzından dinlemek bir başka.
Her neyse işte, sabah her zamanki işlerimi yaptım, bunları artık yazmaya tahammül bile edemiyorum çünkü ben onları yaztıkça ölümsüzleşiyorlar, ben ve benim ufak zavallılıklarım. Babam, babamın bira şişeleri, annemin resmini barındıran çatlak çerçeve, ayakkabılarımdaki çamur... Bunlar ölümsüzleştirilmeye değmeyecek şeyler! Ancak sanırım az önce yaptım yapacağımı, değil mi?
Hyunshik Hyung sabah pek bir uykulu ve suratsızdı, ki garipti bu. Kendisi her daim parlak bir edayla karşılardı beni kusursuz hayatının eşiğinde. Bu sabah ise solgun ve yorgun duruyordu fakat sormaya cesaret edemedim. Ne kadar bezgin duruyor olsa da gülümsemesini eksik etmeyerek zarfları bana teslim etti. Garip bir sabahtı çünkü bu işi iki senedir yapıyordum fakat ilk kez zarfın içindekileri merak ettim. Meraktan kastım, içinde para olduğunu biliyordum fakat herkese aynı miktarda mı ödeme yapılıyordu? Peki Taehyung? Taehyung ne iş yapıyor acaba? Bu kazandığı parayla ne yapıyor olabilir ki? Onun ne çok fazla kıyafeti var, ne de parlak bir hayatı. Ama tahminen bütün parasını oyunlara filan harcıyordur!
Sabahtan üzerime kapanan bu merak hissini kestirip atmayı başardım, beni ilgilendirmiyordu bunlar! Beni hiçbir şey ilgilendirmiyordu hatta. Ne o sabah Park Jimin'in neden ağlamaklı olduğu, ne de kapısını neden onlarca kez kitlediği... Beni ilgilendiren tek şey zamanında işimi halledip okula geri dönmemdi. Başka bir şey değil...
Namjoon Hyung'un karavanına yaklaştığımda kendimi her zamanki gibi neşeli hissettim. "Günaydın Hyungnim." Hafifçe eğilerek selamladım kendisini. Namjoon Hyung uykulu duruyordu fakat beni görünce hemen gülümsedi. Üzerindeki gri pijamaları ve dağınık saçlarıyla olduğundan oldukça genç duruyordu. Bir süre kapıda dikildi ve esnedi, daha sonra koştu: "Günaydın Jeonggukkie." Daha sonra hiç beklemediğim bir şey söyledi! "İçeri gelmek ister misin?" O an aklımdan neler geçti anlatamam! Neydi bu? Birileri benim için vakit mi ayıracaktı gününden? Ne manaya geliyordu peki bu? Bilmiyordum, şimdi yazarken de emin değilim.
"Uğraştırmak istemem." Utanarak konuştum fakat içeri girmek istedim bir yandan da. Bu sık gördüğüm yabancının kalbini görmek istedim, nefeslerinin üzerine işlediği duvarları, kalbini içinde bıraktığı kitapları görmek istedim!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
My City | 방탄
Fanfiction"İşte bugün de yazdım ayın on dördünü. Bugün de bana ait olan şehre ait olamadım."