Acı.
Tüm bedenini, daha kötüsü ruhunu tamamiyle esir almış olan bu acıyı nasıl tarif edebileceğini, veyahut nasıl tarif etmesi gerektiğini bilmiyor. Bu yaşına kadar her zaman bir açıklama aradığı ancak hiçbir şey bulamadığı bir durum bu. Birinin onu ruhunun en derinine kadar anlamasını istiyor; zaten sürekli aynı acıları yaşamasına sebep olan şey tam olarak da buydu.
Amerika'dan döneli iki ay geçti ve Kim Minseok, amcasını bir kez daha ait oldukları dünyaya rezil ettiğini düşünüyordu. Geceki olayın birkaç saat sonra herkesin dilinde olacağından emindi; kahve molalarında, toplantı öncelerindeki o birkaç dakikada, kısaca Minseok yeni bir sansasyon yaratana kadar Kim Jongdae'nin etrafta bulunmadığı her saniye insanların ana dedikodu malzemesi olacaktı. Oysa Minseok gerçekten çabalıyordu, kimse bunun farkında olmasa da onların istediği gibi normal biri olabilmeyi içtenlikle diliyordu. Amcasının yüzünü kızartmamak için hata yapmamaya, istedikleri gibi olmaya çalışıyordu.
Anlaşılan bu yolda yine başarısız olmuştu ancak bir yandan da biliyordu ki, amcası konumlarını lekeleyen bu olay yerine, onun canının yanmış olmasıyla ilgilenecekti ve geldiğinde içerideki adamları, onların yeğenini acıktıklarından çok daha fazla acıtacaktı. Genç adam, Jongdae'nin bu dünyada geriye kalan son aile üyesiydi, kimilerine göre onun için yapamayacağı şey yoktu ve geçmiş biraz olsun araştırıldığında bu varsayımı doğrular nitelikte eylemlerle karşılaşmak mümkündü.
Minseok için de 'aile' tanımı sadece Jongdae'den oluşuyordu, amcası onun için her şeyi yaparken kendisinin onu utandırmaktan, 'sürtük yeğen' diye anılmaktan başka bir şey yapmadığını düşüyordu. Kendisini uzun zamandır amcasının omuzlarında yük olarak görüyordu.
Öyleyse bu sefil beden neden yaşıyor ki?
Parmaklarının arasındaki telefon üzerinde bulunan hâkimiyetine son vermesinin ardından telefon yeri boylarken ayağa kalkmaya çalıştı. Dakikalar önce bedenine yediği darbeler çoktan tenine koyu morluklarla yer yer işlenmişti ve her hareketinde kemiklerinin durağan sızısı şiddetleniyordu. Ve ayrıca, arka tarafındaki acı yüzünden yürümek apayrı bir acı hissettiriyordu.
"Harika!" Minseok acıyla inleyerek söyledi ve kısa süre sonra harabeye dönecek olan barın dış cephesine tutunarak sokak boyunca, ağır-aksak ilerlemeye başladı. Amcası onu olduğu yerde beklememesini söylemişti ancak genç adamın içindeki yok olma isteği yeniden alevlenmişti. Hiçbir zaman sonunu getirmeyi becerememişti. Kendini bu yoğun isteğin kollarına bırakmayı öylesine çok istiyordu ki fakat ya o kadar aptal, ya da cesur değildi.
Aklında en ufak bir düşünce olmaksızın yürüyordu ve sadece; bir anda, hiçbir şey hissetmeden yok olabilmeyi istiyordu.
Ayakta durmakta zorlanan bedenini yaklaşık bir saat boyunca yürütebilmeyi başarmıştı. Işıkları rengârenk olarak ayarlanmış olan Banpo Köprüsü'nden yoluna devam ederken onu durduran şey, tırabzana yazılmış olan "Yorgun değil misin?" sorusu oldu. Bir süre aşağıya düşmüş omuzları, kontrol dışı salınan kolları ve harap haldeki üstbaşı, ayakkabının dahi bulunmadığı ayaklarıyla ilk görüşte bir evsiz gibi görünebilirdi ancak o şu an bitik bir adamdan başkası değildi. Yazı hipnotize edercesine üzerindeki etkisini arttırdığında, içindeki düşünceler ses olup zihnine ulaştılar. Daha önce buradan atlayan ne kadar insan olmuştur acaba? Ne kadarı huzura kavuşmuştur? Neden atlamışlardırlar?
Huzura ulaşmışlar mıdır?
Kalın demir korkulukların diğer tarafına geçerken hareket etmekten başka seçeneği yoktu, en ufak bir kıpırtıda şiddetlenen acıya karşı koyarak yüzü nehre dönük olacak şekilde tırabzanın üzerine yerleşti. Yirmi altı yıllık yaşamında ona acı veren her şey somut bir hal almaya başlamışken, geriye kalan tek umut kırıntısı birazdan hepsinin son bulacağı düşüncesiydi.