Hava soğumaya başladı. Rüzgar, uzun paltomun eteklerinden içeri süzülüp titrememe neden oluyor. Hangi günde, hangi ayda, hatta hangi mevsimde olduğumuzu bile bilmiyorum. Zaman kavramının benim için bir anlamı yok.
Bastonu tutan elimin üzerinde bir ıslaklık hissediyorum. Yağmur çiseliyor. Az sonra yağacak ve benim bu durumda eve gitmem gerekiyor ama gitmek istemiyorum. Gidemem. Daha gelmedi. Oysaki her gün gelir. Bir işi çıkmış olmalı. Belki de yiğeni hastalandı, o yüzden gelemiyor belki de.
Parktaki çocuk sesleri azaldı. Sadece bir iki çocuğun birbirine bağırmasını duyuyorum. Hava soğuduğu için aileleri götürmüş olmalı. Neredeyse buz kesilen ellerimi paltomun cebine koyuyorum. Alnıma ard arda birkaç su damlası düşüyor ve aşağı süzülüyor. Hava çok soğuk ve ben... üşüyorum.
Kışın başlarında olmalıyız. Emin değilim ama bu soğuk anca kışta olabilir, değil mi? Rüzgar eteklerimi uçuşturuyor, dizden aşağısı çıplak bacaklarım ürperiyor. Sıcak ceplerimin içinde olmasına rağmen ellerim çok üşüyor.
Uzaktan gelen bir ses duyuyorum. "Aslı! Yavrum ne yapıyorsun bu soğukta?" Ayşegül Abla bu. Sesi endişeli, kısık ve biraz titriyor. O da üşümüş belli ki. Yanakları kızarmıştır şimdi. Kırmızım öyle derdi, bir insan üşüyünce yanakları, burnu kızarırmış. Her ne kadar göremesem de, o anlatınca görmüş kadar olmuştum.
"O'nu bekliyorum. Daha gelmedi." diyorum sakin bir sesle. Benim de sesim titriyor. Hissettiğimden daha çok üşümüş olmalıyım.
Ayşegül Abla'nın ayak sesleri yaklaşıyor, birbiri ardına ve hızlı adımlar. Koşuyor. Bir hıçkırık duyuyorum. Ağlıyor mu? Neden ağlasın ki? Bu kadar endişelenmesine gerek yok, sadece o'nu bekliyorum.
"Yavrum." diyor kısık bir sesle. Üzgün olmalı. "Gel eve gidelim."
Ayşegül Abla'yı görebilsem keşke. Kırmızım'ın söylediğine göre masmavi gözleri var. Gökyüzü gibi, demişti. Yanakları her zaman tozpembe olurmuş, yorulunca kırmızılaşırmış. "Hayır, gelir birazdan." diyorum umut dolu bir sesle. Ayşegül Abla'nın boğazından bir hıçkırık kopuyor.
"Aslı'm." diyor sevgi dolu bir şekilde. Elimi paltomun cebinden çıkarıp tutuyor. "O gelmeyecek."
Sertçe karşı çıkıyorum. "Hayır! Gelecek!"
Ayşegül Abla yalan söylüyor. Neden gelmesin ki? Kırmızım hep gelir. Yanımda oturur, beni göğsüne doğru çeker ve saçlarımı okşar. "Siyah kraliçem." der bana. Renkleri anlatır, parkta oynayan çocukların nasıl göründüğünü anlatır.
"Gelemez." diyor Ayşegül Abla. "O... O artık buraya gelemez. Gitti. Sonsuzluğa uçtu." Başımı sertçe iki yana sallıyorum. Neden Ayşegül Abla bana yalan söylüyor? Sonsuzluğa gitmek ölmek değil mi? Kırmızım ölmedi ki.
İtiraz edeceğim sırada zihnimde bazı sesler yankılanıyor. Bir arabanın acı fren sesi, Ayşegül Abla'nın hıçkırıklarla ağlaması, hastanenin kalabalık sesleri, insanların "O öldü." fısıltıları... Gözümden bir damla yaş süzülüyor. Yavaşça ayağa kalkıyorum.
"Öldü." diyorum titrek bir sesle. Ayşegül Abla koluma giriyor. Bir adım atıyorum, sonrası gelmiyor. Acı bir çığlıkla yere düşüyorum, kuru yaprakların üstüne. Bağırarak ağlıyorum, bu dünyada olmak istemiyorum. Bir ses benim ağlamama eşlik ediyor. Gök gürlüyor.
Ayşegül Abla da ağlıyor. Bana sarılmış, başımı omzuna koymuş. Sırtımı okşuyor. "Aslı'm.." diyor hıçkırıklarının arasından. Bir süre sonra yağmur damlaları gözyaşlarıma karışıyor.
Sırılsıklam bir hâle geliyorum. "Öldü!" diye bağırıyorum. İçten, çok içten, tam kalbimden gelen çığlıklar atıyorum. Boğazım acıyor. Kalbim daha çok acıyor, sanki durmadan hançer saplıyorlar.
Kalbimin ağrısı daha da çekilmez bir hâle geliyor, nefes alamıyorum. Ayşegül Abla başımı kaldırıyor. Kalbim daha da çok acıyor. Yerinden söküyorlar gibi. Artık acıya dayanamıyorum, derin nefesler alıyorum.
Ardından bilincimi kaybediyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Siyahı Bölen Renkler
RomanceOtuz yıl boyunca siyahtan başka bir şey görmemek nasıldır, bilir misiniz? Gördüğünüz bütün renkleri unutmak? Ben biliyorum. İki yaşından beri siyahın içinde yaşıyorum. Beş yıl öncesine kadar yaşadığım her saat, her dakika siyahın içinde boğuluyordum...