Gün doğuyordu. Silah sesleriyle kendisinden geçti sabahın ilk ışıkları. Kabus, her insanın beyninde aynı kabus. Korku, her insanda daha fazla korku. Göz yaşı, toparlasan sel olacaktı göz yaşları. Ne oluyordu bu insanlara? Yoksa biliyorlar mıydı silahların kendilerine sıkılacağını, acımasızca ve haince? Bir birlerinden bi haber yaşayan insanlar iki el silah sesiyle 40 yıllık kardeş kesilmişti. Ne oluyor yahu? Dedi kentin evliyası bile. Karga leşleri yığılmıştı şehrin en güzel köşesine. Etraf kan deryasıydı. Şehri yarıp geçen nehir, o kadar ağlamıştı ki yollara taşmıştı. Fazla ısınınca süt taşar ya, fazla üzülüncede nehir taşmıştı işte. Karanlık halkın aydınlığa ihtiyacı olduğu gibi, bu kentin ne Tanrıya ne de şeytan a ihtiyacı vardı. Bu şehri sadece bir melek kurtarabilirdi. Kanatları şehir kadar olmalıydı ki tüm tehlikeler bu meleğe takılmalıydı. İnsanlar güvende hissetmeliydi. Çünkü meleğin olduğu yerden şeytan eksik olmazdı. Ateş ve duman misali, şeytan izliyordu bu kenti. Melek gelmişti gelmesine o heybetli kanatlarıyla ancak, nasıl yenecekti karanlığı, şeytanı? Sen söyle hatunum ne kadar dayanabilirdi kendini delik deşik eden o sessiz çığlıklara? Kulak patlatan sessizliğe? Şeytan yalnızdı, elinde kılıcı başında değişik çıkıntıları, korkutucu bir adamdı. Oysa melek asla yalnız değildi. Arkasına almıştı tüm kenti ve asla geri adım atmayı düşünmedi. Başladılar sonu gelmeyen bir dövüşe, bir melek alıyordu şeytanı altına, bir şeytan vuruyordu meleğin kafaya. Aylar geçti, yıllar asırlar, milenyumlar geçti. Kavga bitmedi. Canı yanan yine şehir oldu. Yalnız kaldı, her zaman yalnız kaldı