Elimden geldiği kadar çalışacağımı vaat ettim ve sözümde durdum.
Başmuallim Hanım, bana dün dedi ki:
- Feride Hanım kızım, sana ne kadar teşekkür etsem az, vaat ettiğinden on kat ziyade çalıştın. Bir ay içinde gerek mektep, gerek çocuklarımız çiçek gibi oldu. Allah senden razı olsun. Arkadaşlarından en minimini çocuklara varıncaya kadar herkes seni seviyor Ben bile vakit vakit derdimi, yüreğimin acısını unutuyorum, sen gülerken gülmeye başlıyorum.
Zavallı kadın, kendi kara gözleri için çalıştığımı zannediyor, minnettar oluyordu.
Çalışmak, bütün ruhuyla, kendini başkalarına vermek ne güzel şey! Çalıkuşu tamamıyla eski Çalıkuşu oldu. Ne o, Ç.'deki müphem yaşamak yorgunluğu, ne İzmir'deki isyanlar, hiçbiri kalmadı, bir yaz semasına musallat olmuş geçici bir bulut gibi'hepsi dağıldı.
Saçlarım, birer birer ağarıncaya kadar başkalarının çocuklarına, onların saadetlerine kendimi vakfetmek artık beni korkutmuyor, iki sene evvel, bir sonbahar akşamı, gönlümün içinde öldürülen küçüklerin boş yerini başkalarının çocuklarına verdim.
Kuşadası, l Aralık
Bir zamandan beri etrafımda bir muharebe sözü dolaşıyordu. Hayatımı mektebe vakfettiğim için kulak bile vermiyordum. Bugün kasaba birbirine girdi. Muharebe başlamış.
Kuşadası, 15 Aralık
Muharebe başlayalı on beş gün oldu, hastaneye her gün kafile kafile yaralı geliyormuş. Mektebe bir neşesizlik çöktü, küçüklerimden birçoğunun orduda babaları, kardeşleri, var. Biçareler tehlikeyi, şüphesiz, bilmiyor, fakat hissediyorlar. Üstlerine büyük adam gibi halim bir mahzunluk çöktü.Kuşadası, 16 Aralık
Ne aksilik, Yarabbi, ne aksilik! Bugün kumandanlığın emriyle mektebi işgal ettiler. Muvakkat hastane yapacaklarmış. Ne isterlerse yapsınlar, umrumda değil. Fakat mektep kurtuluncaya kadar ben ne yapacağım, nasıl vakit geçireceğim?
Kuşadası, 24 Aralık
Bugün, mektepte kalan birkaç kitabı almaya gitmiştim. Öyle bir karışıklık ki, insan, kitabını değil, kendini kaybetse bulamayacak. Çaresiz geri dönüyordum. Bir hastabakıcı kadın, kapılardan biri açarak:
- Bir kere de Başhekim Bey'e soralım. O, galiba birkaç kitap kaldırmıştı!... dedi.
Odanın içi şişeler, sargılar, ecza kutularıyla doluydu. Başhekim, sırtından ceketini atmış, inleye oflaya bu karışık şeyleri düzeltmeye çalışıyordu. Arkasını döndüğü için, yalnız boynunu, ak saçlarını ve sıvalı bileklerini görüyordum. Bu halde bir adamdan kitap sormak saygısızlıktı. Hastabakıcıyı eteğinden çektim.
- Vazgeçiniz, dedim. Fakat o, farkında olmadı:
- Beyefendi hani siz Fransızca resimli kitaplar bulmuştunuz, nerede onlar? dedi.
ihtiyar doktor birdenbire kızdı. Başını çevrimeden öyle fena, öyle ayıp bir cevap verdi ki, gayri ihtiyari ellerimi yüzüme kapadım, oradan kaçmak istedim. Fakat, tam bu dakikada, yüzünü çevirmişti. Birdenbire:
- Vay küçük yine mi sen? diye bağırdı.
Yüzünü görür görmez, ben de kendimi tutamadım:
- Doktor Bey, Zeyniler'deki Doktor Bey! diye feryat ettim Mübalağa etmiyordum. Bu, bir feryattı.
Şişelen devirerek yanıma geldi, ellerimi tuttu;başımı çekerek, çarşafımın üstünden saçlarımı öptü. Yalnız bir gün, hatta bir gün bile değil, birkaç saat birbirimizi görmüştük. Hangi gizli ruh alakası bizi birbirimize bağlamış, iki sene sonra kırk yıllık iki dost, hatta bir baba kız gibi bizi birbirimizin kollarına atmıştı? Ne bileyim, insan kalbi, öyle anlaşılmaz bir şey ki!...
Hayrullah Bey, tıpkı Zeyniler'deki gibi bana:
- Söyle bakalım, yaramaz, senin burada ne işin var? diye sordu.
Çocuk gözleri gibi berrak mavi gözleri, beyaz kirpiklerinin içinde tarif edilmez bir tatlılıkla parlıyordu. Ben, yine tıpkı Zeyniler'deki gibi, bu gözlerin içine gülerek:
- Biliyorsunuz ki, ben, muallimeyim Doktor Bey, dedim. Memleket memleket geziyorum. Şimdi buraya tayin ettiler.
Bütün hayatımı ve gönlümü biliyor gibi nihayetsiz bir esefle:
- Hâlâ mı haber yok, küçük? dedi. Birdenbire yüzüme su serpilmiş gibi ürperdim, gözlerimi kırpıştırdım. Hayret ediyor gibi görünmeye çalışarak:
- Kimden, Doktor Bey? dedim.
O, canı sıkılmış gibi beni parmağıyla tehdit etti:
- Ne yalan söylüyorsun küçük? Dudakların yalan söylemeyi öğrenmiş ama gözlerin, halin daha pek toy. Kimden mi haber soruyorum. Seni böyle memleket memleket gezdiren her kimse ondan.
Gülerek omuzlarımı silktim:
- Maarif demek istiyorsunuz, sonra tabii memleketimin çocuklarına hizmet etmek emeli.
Doktor, yine Zeyniler'deki iddiasını tekrar etti. Bu söz, beni çok müteessir ettiği için kelimesi kelimesine aklımda kalmıştı:
- Bu yaşta, bu halle, bu çehreyle mi? Peki, öyle olsun yaramaz, öyle olsun, tek sen vahşilik gösterme.O ilaçlarını, ben kitaplarımı unutmuştuk, konuşmaya devam ediyorduk:
- Mektebimizi aldığınıza o kadar üzüldüm ki, Doktor Bey...
- Bana başka bir fikir geliyor... Ne musibetti o köyün adı? Orada sana hastabakıcılık ettirdimdi. Hatırlarsın ya? Burada da bana yardım eder misin, ha? Zaten arada büyük bir fark yok, ha senin minimini maymuncukların, ha benim sevgili ayıcıklarım! Zaten ikisi ruh itibariyle öyle birbirlerine benzer ki... Aynı saffet, aynı temiz çocuk yüreği, hem de ateş karşısında yandıkları bu aylarda benimkilere yardım, daha ecirli bir iştir, küçük kız...
Birdenbire yüzüm güldü, çocuk gibi sevindim. Bana kuvvetimi ve sevgimi harcayacak bir iş olsun da, ne olursa olsun.
- Peki Doktor Bey, ne vakit isterseniz işe başlarım.
- Hemen şimdi, bak şurasını ne hale koymuşlar? El değil ki, adeta...
Yine hatırı sayılacak derecede fena bir kelime. Ben utanarak:
- Fakat bir şartla Doktor Bey... Yanımda pek askerce konuşmayacaksın... O, gülerek:
- Gayret ederim küçük, gayret ederim... Mamafih arada bir kaza olursa kusura bakmazsın artık, dedi.
Akşama kadar beraber çalıştık, yarın geleceğini haber aldığım hasatları kabule hazırlandık.
Kuşadası, 26 Aralık
Bir aydan beri Hayrullah Bey'in yanında hastabakıcıyım. Muhabere devam ediyor, hastaneye gelen yaralı kafilelerinin ardı arkası kesilmiyor. İş o kadar çok ki... Bazı geceler evime bile dönemiyorum.
Dün gece geç vakte kadar ağır yaralı bir ihtiyar yüzbaşı ile meşgul olmak lâzım gelmişti. Sabaha kaşı yorgunluktan bitap düşmüş, ecza odasındaki bir koltuğun içinde uyuklamış-tım.
Omuzlarıma hafif bir elin dokunduğunu hissettim; gözlerimi açtım, Doktor Hayrullah Bey'di. Benim üşümemden korkmuş, uyandırmamaya çalışarak üstüme ince bir battaniye örtmek istemişti; pencereden giren hafif seher aydınlığı içinde daha solgun ve yorgun görünen mavi gözleriyle gülümsedi:
- Uyu küçük, rahatsız olma, dedi.
Bu dakikada, bu şefkat, bana öyle tatlı geldi ki... Bir şey söylemek, minnetimi anlatmak istiyorum. Yorgunluk, uyku galebe etti, dalgın dalgın gülümseyerek tekrar uyudum.
iki büyük kusuruna rağmen, bu ihtiyar doktoru çok seviyorum. Bunlardan biri kaba kelimeler kullanması. Gerçi etrafındakiler de buna hak kazanacak münasebetsizlikler yapıyorlar ama, bu da sebep olur mu ya? Bazı ağzından öyle şeyler çıkıyor ki, yanından kaçıyorum. Günlerce yüzüne bakamıyorum. Mamafih, kabahatini kendi de biliyor,- Aldırma küçük, bunların irapta mahalli yok, askerliktir, diyor.
Hayrullan Bey, kabahatlerini, saf pişmanlıklarını, sevimli mahcubiyetleriyle affettiren, hatta hoş gösteren çocuklara benziyor.
İkinci kabahati bundan daha büyük. Bu kaba saba adamda anlaşılmaz bir nicelik var. İnsanın kendine bile itiraf eteme-diği en olmayacak şeyleri öyle ustalıkla ağzından alıyor ki... Mesela, benim kimseye söylememek için o kadar çalıştığım sergüzeştimin büyük bir kısmını biliyor. Bunları nasıl söyledim. Kendim de farkında değilim. Ara sıra sorduğu tek tuk suallere kuru cevaplar vermekten başka bir şey yapmamıştım.
Halbuki o, bu sözleri bir araya toplaya toplaya bütün bir hikâye meydana çıkardı.
Doktorun kimsesi yok, yirmi beş sene evvel evlenmiş, dokuz ay sonra karısı tifodan ölmüş. O vakitten beri bekâr kalmış, kendisi Rodosluymuş, fakat Kuşadası'nda da bazı emlaki var. Miralaylık maaşına herhalde ihtiyacı olmayan bir adam. Çünkü onun birkaç mislini hastalara sarf ediyor. Mesela bir gün evvel, yaralı bir neferin memleketinden gelen mektubunu okumuştum. Neferin ihtiyar anası, sefaletlerinin son dereceyi bulduğunu, çocukların açlıktan, sokaklara döküldüklerini yazıyordu. Yaralı, bu mektubu dinlerken derin derin ah etti.
Hayrullah Bey, yanımızdaki yatakta bir askeri muayene ediyordu. Birdenbire bu biçare nefere döndü:
- Çok memnun oldum, neyinize güvenir de böyle alay alay yumurcak çıkarırsınız ortaya? dedi.
Bu zalim alay, ok gibi yüreğime saplanmıştı. Münasip bir vakitte bunu ihtiyar doktara söyleyecektim. Fakat o, bana dah-ha evvel bu meseleden bahsetti:
- Küçük, belli etmeden o ayının anasının ameliyat bitmişti. Yaralıyı sedye içinde yukarıya gönderiyorlardı.
Hayrullah Bey, beni yanına çağırdı:
- Küçük, dedi. Ehemmiyetli bir terzilik ettik: "Ameliyata terzilik diyor." Genç bir erkânıharp binbaşısı. Bir bomba, sağ kolu ile yüzünün bir tarafını berbat etmiş, kendi odamı verdim. Artık, onunla sen meşgul olursun. Çok büyük ihtimama ihtiyacı var.
Konuşa konuşa odaya girdik, yatakta yüzü, kolu sargılar içinde sessiz bir insan yatıyordu. Doktorla yanına yaklaştık, yalnız yüzünün sol tarafı bir parça görünüyordu. Bu çehre bana yabancı değildi. Fakat bu yüzü bir türlü bulup çıkaramıyordum.
Hayrullah Bey, yaralının sol nabzını tutmuştu. Yüzüne | doğru eğilerek iki kere:
- ihsan Bey, ihsan Bey! diye seslendi.
Birdenbire zihnimde bir şimşek çaktı. Ç.'de Abdürrahim | Paşa'nın evinde tanıdığım erkânıharp yüzbaşısı idi. Bir adım geri çekildim; odadan çıkacak, bir daha beni bu yaralı zabiti yanına göndermemesini doktordan rica edecektim. Fakat hasta, gözlerini açmış, beni görmüştü. Tanıdı, lâkin ben olduğuma ihtimal vermedi. Yaralandığı günden beri, kim bilir, kaç defa kendini kaybetmiş, hastalığı, ateşi, ona ne çılgın rüyalar vermişti? Evet, dalgın gözlerin bakışlarından anladım ki, ben olduğuma ihtimal vermedi, bembeyaz dudaklarında, hafif bir gülümsemeyle tekrar gözlerini kapadı.
ihsan Bey! Bir zaman evvel çocukluğumdan, beni müdafaa eden bir babam, bir kardeşim, bir... Bildiğim olmamasından istifade etmişler, beni"gece âlemlerine sürüklemişlerdi.
Yüreğimde, sürgüne gönderilen bir adi sokak kadını zilletiyle elimi suçsuz yüzüme kapayarak şehirden çıkıyordum. Dünyayı baştan başa bir zulüm, kendimi o zulme baş eğmekten
başka çaresi olmayan bir sefil gibi göründüğüm gibi o günde beni müdafaa ettiniz, mesleğinizi, istikbalinizi tehlikeye koymak, hatta belki ölmeyi göze alarak mürüvvetini gösterdiniz.
Mademki hazin bir tesadüf, bugün bizi karşı karşıya getirdi, sizden kaçmayacağım, bu ümitsizlik ve acı günlerimizde bir küçük kız kardeş gibi kendimi hizmetinize vakfedeceğim.
Kuşadası, 7 Şubat
ihsan Bey'in yarası tehlikeli değilmiş, bir aya kadar kendini toplayabilirmiş. Fakat sağ kaşının üstünden başlayarak çenesine kadar bütün yanağını kaplayan yara onu korkunç bir surette çirkin bıracakmış.
Hayrullah Bey, sargıları değiştirirken yanında bulunmuyordum. Yüreğim dayanamadığı için değil, -çünkü her gün yaranın bundan çok daha fenalarını görüyorum- fakat benim bakışımın ona, korkunç yarasına dokunmuş bir bıçaktan daha fazla ıstırap verdiğini gördüğüm için...Zavallı adam, ne çehre ile hastaneden çıkacağını biliyor, açıktan açığa bir şey söylemediği halde, derin bir ümitsizlik içinde bulunuyor.
Hayrullah Bey:
- Biraz daha gayret delikanlı, yirmi güne kadar dipdiri ayağa kalkacaksın, dediği zaman, adeta telaşa düşüyor.
Yaralının bugünlerini hoş geçirmesi için kalbimin bütün şefkat kabiliyetini sarf ediyorum; bazen yatağının başucunda kitap okuyorum, hatta, masal bile söylediğim oluyor.
Evet, biçarenin hiçbir şey söylemediği halde daima çirkin kalmak azabından bir dakika kurtulamadığı o kadar belli ki..Bazen gizli teselliler icadına çalışıyordum. Büsbütün başka şeylerden bahsediyor gibi görünerek yüz güzelliği kadar dünyada lüzumsuz, hatta muzır bir şey olmadığı, asıl güzelliği ruhta, gönülde aramak lâzım geldiğini söylüyorum.
Kuşadası, 25 Şubat
ihsan Bey, ümit ettiğimizden az zamanda iyi oldu. Bu sabah sütlü çayını götürdüğüm zaman, onu giyinmiş buldum.
Bir sene evvel Abdürrahım Paşa'nın bahçesinde tesadüf ettiğim parlak elbiseli, güzel ve mağrur çehreli erkânıharp yüzbaşısı gayri ihtiyari gözümün önüne geldi.
Bin başı üniformasının yakası içinde incecik boynunu yana doğru meylettiren, yüzündeki yara yerinden, bir ayıp gibi utanan hasta asker, o güzel, mağrur erkânıharp zabiti miydi?
Teessürümü galiba gızleyememiştirn. Onu, başka bir şeyle tevil etmeye çalışarak yalandan darılmaya başladım:
- İhsan Bey, bu yaptığınız adeta çocukluk, daha tamamıyla iyi olmadan niçin giyindiniz? dedim. Gözlerini önüne indirdi:
- Yatmak daha ziyade hasta ediyor da ondan, diye cevap verdi.
ikimiz de susuyorduk. O, hırçın asabiyetini gizlemeye çalışarak:
- Artık gitmek istiyorum, bir şeyim kalmadı, tamamıyla iyi oldum, diye ilave etti.
Yüreğim merhametten eziliyordu, renk vermemek için, şakaya vurdum:
- ihsan Bey, görüyorum ki, beni dinlemeyeceksiniz. Yine asker inadınız uyandı. Fakat, şunu haber vereyim ki, ben, şimdi fitnelik etmeye gidiyorum. Doktorunuza her şeyi haber vereceğim, sizi iyice paylasın da görürsünüz, dedim.
Tepsiyi bırakarak acele acele dışarıya çıktım. Fakat doktoru görmeye gitmedim.
25 Şubat (Akşama doğru)
Hayrullah Bey'le müthiş bir kavga ettim. Ama iş için değil, başkalarının işine karışmak saygısızlığını pek ileri vardırdı da ondan...
Demin İhsan Bey'den bahsediyorduk. Yüzünün onu fazla müteessir ettiğini söyledim.
Hayrullah Bey, dudaklarını büktü:
- Hakkı var, ben, onun yerinde olsam, şuradan kendimi denize atardım. Öyle surat, balıklara yem olmaktan başka neye yarar? dedi.
- Ben, sizi başka türlü sanıyordum, Doktor Bey. Ruh güzelliği yanında yüz güzelliğinin ne ehemmiyeti olur? dedim. Hayrullah Bey gülmeye, benimle eğlenmeye başladı:
- Lakırdıdır o küçük, o suratlı adama kimse metelik vermez. Hele siz yaştaki kızlar yok mu?
Şikâyet eder gibi yakasını silkeliyordu. İsyan ettim:
- Hayatımı bir parça biliyorsunuz, bazı esrarımı hemen hemen zorla benden çaldınız. Benim güzel hem de çok güzel bir nişanlım vardı. Beni aldattı diye onu kalbimden silip attım, ondan nefret ediyorum.Hayrullah Bey, yeniden bir kahkaha kopardı. Sonra beyaz kirpiklerinin içinde küçüle küçüle gülen mavi gözlerini ta kalbimin içine dikti:
- Bana bak küçük, dedi. Öyle değil, gözlerimin içine bak da söyle, onu sevmiyor musun?
- Ondan nefret ediyorum.
Çenemi tuttu, hâlâ gözlerime bakmakta devam ediyordu:
- Ah, zavallı küçük, sen onun için senelerden beri çıra gibi cayır cayır yanıyorsun. O hayvan, seninle beraber kendi kendine de yazık etmiş. Bu aşkı, o, başkasında zor bulur. Hiddetten sesim boğularak:
- Niçin bana bu ağır iftirayı reva görüyorsunuz, nereden biliyorsunuz? dedim.
- Hatırlarsın ya, seni o köyde gördüğüm gün, bunu anladım. Saklamaya çalışma nafile. Sevda, çocuk gözlerinden uyku gibi akıyor.
Gözlerim kararıyor, kulaklarım uğulduyordu. O, hâlâ söylüyordu:
- Başkalarının içinde yaşarken öyle herkese, her şeye yabancı bir halin, rüya gören insanlara mahsus dalgın, mahzun bir gülümseyişin var ki, yüreğimi yakıyor küçük. Sen, yaradılış itibariyle bile herkesten başkasın. Esatir, buseden doğmuş buse ile gıdalanmış, büyümüş birtakım perilerden bahseder. Bunları yalnız bir hayal zannetmemeli. Onların dünyada numuneleri vardır. Feridecik, sen onlardan birisin. Sen, sevmek, sevilmek için yaratılmış bir mahluksun. Ah, deli kız, çok yanlış hareket etmişsin, ne olursa olsun, bu sersem oğlanın yakasını bırakmamalıydın. Mutlaka mesut olacaktın.
Bir isyan feryadıyla kıvrandım. Çırpınarak, ayaklarımı yere vurarak:
- Niçin bunları söylediniz? Benden ne istiyorsunuz? diye ağlamaya başladım.O vakit, doktorun da aklı başına geldi:
- Doğru küçük, hakkın var, bunlar sana söylenecek şeyler değildi. Berbat bir halt ettik, affet beni küçük diye beni teskin etmeye çalıştı.
Artık, darılmıştım, yüzüne bakmayı canım istemiyordu:
- Göreceksiniz, onu sevmediğimi nasıl ispat edeceğim, dedim. Şiddetle kapıyı kapayarak dışarı çıktım.
Yine 25 Şubat gecesi
ihsan Bey'in lambasını gördüğüm vakit, o hâlâ soyunma-mıştı. Pencerenin önünde, ayakta duruyor, akşamın denizdeki son kızıltılarını seyrediyordu.
Söz olsun diye:
- Üniformanızı ne kadar göreceğiniz gelmiş efendim, dedim.
Odaya, akşamın alacakaranlığı iyiden iyiye çökmüştü, ihsan Bey, bu karanlıktan cesaret almış gibi muammalı bir tebessümle başını salladı, ilk defa açıktan açığa derdini söyledi:
- Üniformam mı efendim? Evet, şimdi ümidim yalnız onda. Yüzümü o, bu hale getirdi. Uğradığım felaketi tamir etmek kudretini onda görüyorum.
Bu sözlerin manasını anlamıyor, hayretle yüzüne bakıyordum. O hafif bir göğüs geçirerek devam etti:
-Gayet sade, Feride Hanım anlaşılmayacak şey değil. Bir nizamiye zabiti gibi geriye döneceğim. Bombanın yarım bıraktığı iş tamam olsun, ben de kurtulayım.
Genç binbaşı, bu sözleri bir çocuk saffet ve ıstırabıyla söylüyordu. Lambayı yakmak için ona arkamı dönmüştüm. Tutuşturduğu kibriti, belli etmeden üfledim, fitili düzeltmek istiyor gibi eğilerek gayet yavaş:
- Böyle söylemeyiniz ihsan Bey, siz isterseniz bahtiyar olabilirsiniz Mesela, zararsız bir kızla evlenirsiniz, iyi bir aileniz, minimini çocuklarınız olur, her şeyi unutursunuzBaşımı çevirmediğim halde hissediyordum ki, o da bana bakmıyor hâlâ pencereden denizi seyrediyordu.
- Feride Hanım, ne kadar temiz kalpli bir kız olduğunuzu bilmesem, benimle eğleniyorsunuz, diyecektim. Beni bu halde kim ister? Ben ki böyle olmadan evvel, bir kadının hiç olmazsa gülmeden yüzüme bakabileceği günlerde bile hoşa gitmemiştim. Şimdi öyle bir alilim ki.
Artık devam etmek istemedi, kendisini toplamaya çalışarak:
- Feride Hanım, bunlar lüzumsuz sözler. Affedersiniz, lambayı yakar mısınız? dedi.
Bir kibrit daha çaktım, fakat elim bir türlü lambaya gitmiyordu. Gözlerimi bir titrek aleve dikerek düşüne düşüne onun sönmesini bekledim. Oda, eski karanlığın içine düşünce yavaş yavaş:
- ihsan Bey, dedim. Siz o muvaffakiyetsizliğe uğradınız vakit mağrur, hodkâm bir erkektiniz. Elem, ümitsizlik, kalbinize bu inceliği vermemişti. O vakit, mesleğinizi çiğneyerek, belki ölümü göze alarak, bir küçük kızı, hakir bir iptidaiye hocasını müdafaa etmiştiniz. Sonra bunların hepsinden daha mühim olarak bugünkü kadar, -artık saklamayınız, derdinizi anlıyorum- bugünkü kadar bedbaht değildiniz. Niçin o biçare iptidaiye hocası ömrünü sizin saadetinize vakfetmesin?
Hasta binbaşı, tıkanmış bir sesle:
- Feride Hanım, rica ederim, beni böyle olmayacak hayallere düşürerek büsbütün bedbaht etmeyin, dedi.
Artık, kararımı vermiştim. Ona döndüm. Başımı önüme eğdim:
- ihsan Bey, ben sizinle, evlenmeyi rica ediyorum. Beni kabul ediniz, göreceksiniz, sizi ne kadar mesut edeceğim, ne kadar mesut olacağız...
Gözyaşlarıyla perdeli kirpiklerimin arasından binbaşının karanlık yüzünü göremiyordum. Sadece uzattığım eli dudaklarına götürerek korka korka parmaklarımın ucunu öptü.
Her şey bitti. Artık, bundan sonra kimse benim onu için için sevdiğimi söylemeye cesaret edemeyecek.
Kuşadası, 26 Şubat
O günden beri, sen benim için bir yabancıydın, bir düşmandan başka bir şey değildin KâmranL Bir daha yüz yüze gelmeyeceğimizi, bu dünyanın gözleriyle birbirimize bakmayacağımızı, birbirimizin sesini işitmeyeceğimizi biliyordum. Böyle olduğu halde ben, senin nişanlın olmak hissini bir türlü gönlümden çıkaramamıştım. Ne söylesem, ne yapsam; kendime, sana ait birşey gözüyle bakmaktan kurtulamıyordum.
Evet, niçin yalan söyleyeyim? Bütün nefretlerime, isyanlarıma, bütün o geçmiş şeylere rağmen, ben yine bir parça senindim.Bunu, ilk defa bir başkasının nişanlısı, bunca senenin, bunca sabahında senin nişanlın diye uyandıktan sonra bir gün, başkasının nişanlısı diye uyanmak, Kâmran, ben asıl bu sabah, senden ayrıldım. Hem de bir hatıra götürmeye, son bir defa başını çevirerek, arkasında bıraktığı şeylere bakmaya hakkı olmayan bir biçare muhacir gibi.
*
Bu sabah, ihsan Bey'le görüştükten sonra onu doktor Hayrullah Bey'in odasına götürecek, nişanlandığımızı haber verecektim. Bu büyük vaka için her günkü hastabakıcı gömleğim pek sade düşecek, yeni nişanlımı belki mahzun edecekti. Bahçede cılız çiğdemler yetişmişti. Onlardan küçük bir demet yaparak göğsüme iliştirdim.
İhsan Bey'i, bu sabah yine giyinmiş buldum. Beni görünce bir çocuk saffetiyle gülümsemeye başladı. Düşündüm ki, bugünden sonra onu mesut etmek benim vazifem.Zorla gülmeye çalışarak ellerimi uzattım:
- Bonjur, İhsan Bey, dedim.
Sonra, çiğdemlerden birkaç tanesini ayırarak üniformasının göğsüne iliştirdim:
- Bu gece rahat uyuduğunuzu tahmin ediyorum.
- Pek çok. Ya siz?
- Altı aylık bir çocuk kadar memnun, müsterih bir uyku.
- Niçin yüzünüz solgun öyleyse?
- Düşününüz ki, bahtiyarlık da insanı soldurabılir.
Bu cevap üzerine ikimiz de sustuk.
İhsan Bey'in dudakları bembeyazdı Kısa bir sükûttan sonra ağır ağır söze başladı. Ara sıra sesinin titremesinden korkuyor gibi susuyor, birkaç saniye tereddüt ediyordu, dedi ki:
- Feride Hanım, size ölünceye kadar minnettarım. Bana eski bahtiyar zamanlarımda da nasip olmamış emsalsiz bir gece geçirttiniz. Size demin hakikati söylemedim; ben bu gece sabaha kadar uyumadım... "Ben sizinle evlenmeyi rica ediyorum" diyen sesiniz kulağımdan gitmedi. Uyuyamadım, çünkü sizin nişanlınız olarak geçirdiğim tek saadet gecesinin bir dakikasını ziyan etmemek lâzımdı Ömrümün sonuna kadar size minnettar kalacağım.
- Sizi daima mesut edeceğim, dedim.
O, derin bir heyecan içindeydi. Ellerimi tutmak istiyordu. Fakat cesaret edemedi. Bir hasta çocuğa hitap eder gibi, halim, okşayıcı bir sesle:
- Hayır, Feride Hanım, bu gecenin bir ferdası olamazdı, bunu biliyorum. Bu gece, çok mesut oldum. Fakat, buna rağmen, ben, bugün gidiyorum, birkaç saat sonra sizden ayrılmış olacağım.
- Niçin İhsan Bey? Beni istemiyor musunuz? Doğru değil, bana bu kadar ümit verdikten sonra gitmek doğru değil.
Zabit, arkasını duvara dayadı, gözlerini kapayarak, derin derin: "Ah, bu ses!" dedi. Sonra, birdenbire silkindi, hemen hemen sert bir sesle:
- Biraz daha gayret etseniz, merhamet size, beni sevdiğinizi iddia ettirecek.
- Niçin olmasın, ihsan Bey? Mademki sizinle nişanlanmak istedim, demek ki bunda bir sebep vardı. O, adeta acı bir istihza ile cevap verdi:
- Evet, siz mademki benimle evlenmeyi kabul ettiniz, demek ki beni seviyorsunuz. Fakat, ben, sizin tarafınızdan bu kadar sevilmek istemiyorum. Siz, izdivaca sahiden ihtimal verdiniz miydi, Feride Hanım?
- Feride Hanım, beni, ümitsiz bir alile karşı duyulmuş bir merhametten başka saiki olmayan bir aşk sadakasını kabul edecek kadar düşmüş, bitmiş bir adam mı sanıyorsunuz?Nihayet bir mahzunlukla başımı eğdim:
- Hakkınız var. Biz iki biçare insanız, iki derdi birleştirirsek, belki mesut oluruz diyordum, yanılmışım.
Duvarda asılı duran kılıcı göstererek ilave ettim.
- Sizin yine bir teselliniz var. Dediğiniz gibi vazifenizin başına döneceksiniz. Ben kadınım, sizden daha biçareyim.
*
Bir donuk kış sabahına göğüslerinde birkaç cılız çiğdem, dudaklarında onlar gibi yalancı bir tebessümle karşı karşıya gelen yeni nişanlılar on dakika sonra gözlerinde yaşlarla bedbaht bir ağabey, kimsesiz küçük bir kız kardeş gibi birbirlerinden ayrıldılar.
Kuşadası, 2 Nisan
Üç gün evvel, mektebi iade ettiler. Beş yıllık fasıladan sonra tekrar derse başladık. Fakat, nemelazım, sene sonu oldu gitti. Bahar, sınıfları pırıltılı güneş aydınlıklarıyla, ılık çiçek kokularıyla dolduruyor. Duvarlarda Akdeniz'in yeşil hareleri
dolaşıyor, çocuk olsun, büyük olsun, kimsede çalışmaya istek yok.
Başmuallim, bir türlü Kuşadası'nda kalmak istemiyordu. Bir ay evvel başka bir yere gönderdiler. Yerine beni tayin ettiler. Hem de unvanımı "Müdire"ye çevirmek şartıyla. Ben bu cihetten bu işe memnun olmadım. Çünkü muallim arkadaşlarım tuhaf bir nazarla bakmaya başladılar.
Gerçi bunlar, öyle malumatlı, meziyetli insanlar değil, fakat ne olursa olsun, yaşlı başlı kadınlar. Maarif memurlarının dedikleri gibi her birinin on beşer, yirmişer senelik "kıdem"le-ri var. Onların yerinde olsam, sonra, günün birinde kendi kızımdan küçük bir çocuğu başıma getirseler, zannediyorum ki benim de kalbim kırılır.Mart iptidasında Hayrullah Bey'i tekaüt ettiler.
Kendisi zengin adam, maaşa muhtaç değil. Mamafih, mahzun oldu.
- Sevgili ayıcıklarımdan birçoğunun gözlerini elimle kapadım, isterdim ki, benim gözlerimi de onlar kapasınlar, mezarıma onlar götürsünler, olmadı, dedi.
Hayrullah Bey, malumat cihetinden de çok mükemmel bir adam.
Bütün gençliğini okumakla geçirmiş. Evinde kocaman bir kütüphanesi var. Dünyada kitaptan lüzumsuz, boş şey olmadığını söylüyor. Kitap yazanlar gibi, okuyanların da hayatta hiçbir şey görmeden geçip giden budalalar olduğunu iddia ediyor. Geçen gün onu kuvvetli bir itirazla mağlup etmek istedim.
- Mademki öyle siz niçin bu kadar çok okudunuz, hatta beni de buna teşvik ediyorsunuz? dedim.
Bu, öyle itirazdı ki, akan sulan durdururdu. Fakat o, hiç bozulmadı, bilâkis, kahkahalarla gülüp, benimle eğlenerek:
- Daha iyi dedin ya, beni budala değil diye sana kim söyledi, küçük, dedi.
Bu ihtiyar doktoru anlamıyorum ki... Her neyi severse aleyhinde bulunuyor. Hatta öyle hissediyorum ki, beni bile azarladığı zaman her zamankinden daha çok seviyor.
Hastaneyi bıraktığı günden beri kâh günlerce evine kapanarak kitap okuyor, kâh askerlikten kalma çizmelerini çekiyor, sırtına jandarma gibi bir tüfek takarak Düldül'e biniyor: (düldül, onun pek sevdiği emektar atıdır) bu kıyafetle köylerde bakacak hasta, kendini meşgul edecek bir iş aramaya gidiyor.
Evinde seksenlik bir sütanne ile "Odabaşı" diye çağırdığı topal bir bahçıyan var.
Üç gün evvel benimle Munise'yi evine davet etmişti. Pek keyifliydi. Ben, kütüphaneyi karıştırırken o, Munise ile saatlerce çocuk gibi oyun oynadı. Munise'ye öyle ciddi emirler veriyordu ki, gülmekten bayılıyordum:
- Şimdi saklambaç oynayacağız, lâkin güç yere saklanmak yok ha, parmak kadar vücudun var. Bir yere sıkışırsın, saatlerce beni yorarsın. Sonra, beni bulamazsan, merak etme ha, belki saklandığım yerde uyur kalırım
Munise'yi birkaç güne kadar çarşafa sokuyorum. Şöyle böyle on dördüne giriyor. Boyu şimdi tam benim boyum kadar. Küçük çiçekler gibi açıldı, beyaz denecek kadar açık sarı saçlarının içinde beyaz küçük yüzü, günün saatlerine göre değişen lacivert gözleriyle güldükçe yanağında güller açan, ağladıkça gözlerinden inciler dökülen peri kızlarına benzedi.
Hayrullah Bey, bu çarşaf meselesine çok kızıyor. Ben de onun daha pek küçük olduğunu biliyorum ama, ne yapayım, korkuyorum. Tanıdıklardan bazıları:- Feride Hanım, sen bunu erkekten kaçır, vakitsiz kaynana olacaksın, diyorlar.
İçime bir heyecan düşüyor. Hem seviniyor, hem titizleniyorum. Kaynanalar için tevekkeli titiz demezeler.
Geçen gün, mektepten geliyorduk. Karşı kaldırımda on altı, on yedi yaşlarında güzelce bir mektepli yürüyordu. Ara sıra bize bakışı tuhafıma gitti. Peçemin altından, belli etmeden Munise'ye baktım. Bir de ne göreyim. Hain sarı çıyan gözünün ucuyla delikanlıya bakarak gülmüyor mu? O kadar meraklandım ki sokağın ortasında düşüp bayılacaktım. Canavarı bileğinden yakaladım; fena halde sıkıştırmaya başladım. Evvela inkâr etti. Baktı ki, bende inanacak göz yok, yalandan ağlamaya başladı. Çünkü gözyaşlarına dayanamayacağımı, benim de ağlayacağımı biliyordu- Ben de sana yapacağım cezayı biliyorum, dedim. Çarşıda bulduğum koyu nefti ipekliden bir çarşaf dikmeye başladım.
Bu sabah da bir elyotrop kavgası ettik. Birkaç ay evvel söz arasında elyoptropu çok sevdiğimi söylemiştim. Harullah Bey, bilmem nereden bulmuş, üç dört gün sonra bir şişe getirmesin mi? Bitmesin diye çok ihtiyatlı kullanıyorum. Sağ olsun, yaramaz kız rahat vermiyor ki. Musallat oldu, bir parça yalnız kaldı mı, odaya bir elyoptrop kokusudur yayılıyor. Sonra, masum masum:- Almadım vallahi abacığım, diye yemin ediyor.
Kuşadası, 5 Mayıs
Bu sabah, Munise biraz hasta ve renksiz uyandı. Gözleri kırmızı, benzi soluktu. Mektepte pek çok iş olduğu için evde kalmak mümkün değildi. Mamafih, doktor Hayrullah Bey'e uğradım. Bize uğrayarak Munise'ye bakmasını rica edecektim. Aksi olacak, o da yarım saat evvel Düldül'e binerek bilmem hangi köye gitmiş.
Eve döndüğüm vakit Munise'yi yatakta buldum, ihtiyar bir komşuya, ara sıra çocuğu yoklamasını rica etmiştim. Eksik olmasın, hiç yanından ayrılmamış, akşama kadar yayında çorap örmüş.
Munise'nin nezlesi artmıştı. Başı ateş gibi yanıyor, sabahkinden daha sık öksürüyordu. Sesi kısılmış nefes alırken hafif bir tıkanıklık hissettiğini söylüyordu. Boynunun altında tutarak ağzını açtırdım, elime sert sert bezeler dokundu. Yüzüne yaklaştırdığım lambanın ziyası gözlerini kamaştırıyordu. Ağzında, küçük dilinin etrafında beyaz beyaz kabarcıklar görünüyordu.
Munise, benim merakımla eğlendi:
- Öksürükten ne olur abacığım, Zeyniler'de de ben öksürük oldum, unuttun mu? dedi.
Çocuğun hakkı var. Zeyniler'de, karların içinde onu yarı donmuş bir halde bulduğum gece böyle değil miydi? Çocuklarda nezlenin ne ehemmiyeti olur? Yalnız canımı sıkan şey, Hay-rullah Bey'in bulunmaması. Onbaşı deminden tekrar uğradı, beyin bu gece köyde kaldığını söyledi, inşallah o gelinceye kadar küçüğüm kalkmış olur.
Kuşadası, 18 Temmuz
Bu sabah hesap ettim, küçüğüm toprağa düşeli tam yetmiş üç gece olmuş.
Yavaş yavaş buna da alışmaya, bu acıyı da hazmetmeye başlıyorum, insan, neye tahammül etmiyor ki!..
Demin, ihtiyar doktorumla deniz kenarına gitmiştik. Kumsaldan çakıllar, sedef kabuklan topladım, sakin suların üstünde taş sektirmeye başladım.
Hayrullah Bey, çocuk gibi seviniyordu. Beyaz kirpiklerinin içinde masum mavi gözleriyle gülerek:
- Ah, gençlik! Elhamdülillah onu da yendik. Bak, rengin gibi neşen de gelmeye başladı, dedi. Güldüm:
- İnsanın sizin gibi doktoru olduktan sonra tabii değil mi? dedim.
Ağır ağır başını salladı:
- Tabii değil, küçük, tabii değil, doktorluk da insanlar gibi, kitaplar gibi doğruluk ve cefa gibi asılsız, fasılsız bir masal... Parmak kadar çocuğu kurtaramadıktan sonra, içine tüküreyim ben böyle fennin.
- Ne yapalım, Doktor Bey, üzülmeyiniz. Allah öyle istedi, öyle oldu, dedim.
Mahzun mahzun yüzüme baktı:
- Zavallı küçük; ben sana asıl niçin acıyorum, biliyor musun? Bir derde uğradığın vakit, asıl teselli edilecek kendin olduğunu unutuyor, başkalarını teselliye başlıyorsun. Senin bu mazlum hallerin beni ağlatacak gibi oluyor küçük.
Biraz sustu. Sonra, kendi kendine şikâyete başladı:
- Ben de ama ipsiz sapsız herif oluyorum ya, bunadım mı, nedir? Haydi küçük gidelim.
Sararmış tarlaların içinden eve doğru yürümeye başlamıştık. Bütün çiftçiler, doktoru tanıyorlar. Kocaman bir ekin yığının yanında çalışan ihtiyar bir kadınla konuştuk. Hayrullah Bey, birkaç sene evvel bu kadının torununu tedavi etmiş. Büyükanne çok dualar etti; sonra temmuz güneşinin altında harman döğen gürbüz bir genci çağırdı:
- Gel buraya. Hüseyin, velinimetinin elini öp. O olmasaydı, sen şimdi bir avuç toprak olmuştun, dedi.
ihtiyar doktor, Hüseyin'in yanık, yerli yüzünü okşadıktan sonra:
- Ben öyle kuru kuruya el öpmelerden anlamam delikanlı. Haydi bakalım bizi düvene bindir, dedi.
İki kuvvetli öküzün çektiği düvene bindik, hemen, beş on dakika bu saman denizinin sarı dalgaları üstünde ağır ağır dolaştık.
Bugün artık o vakayı yazmak kuvvetini kendimde buluyorum. Defterimin son sayfasını yazdığım gecenin son sabahı Munise'yi daha ziyade hasta buldum. Sesi konuşamaycak derece kısılmıştı. Biçare küçük göğsü havasızlıktan bunahyordu. Ne olursa olsun, bir başka doktor aramaya gidecektim; fakat çarşafımı giyerken Hayrullah Bey geldi. Hastayı kısa bir muayeneden geçirdikten sonra, ehemmiyetli bir şey olmadığını söyledi.Mamafih, çehresi çatık, gözlen düşünceliydi. Bu çehreyi beğenmediğim korka korka kendisine söyledim. Canı sıkılmış gibi omuzlarını silkti:
- Mızmızlanmaya lüzum yok. Tam dört saatlik yoldan geliyorum. Yorgunluktan berbat oldum; söze hizmet ettiğimiz yetmiyor da, bir de dalkavukluk mu etmeli? dedi.
Hayrullah Bey, ehemmiyetli hastalıklar karşısında daima böyle asabi ve kaba bir adam oluyordu.
Yüzüme bakmaya çalışarak:
- Lüzum yok ama, ihtiyaten bir iki doktor arkadaşı çağ-racağım, kâğıt kalem bul, çabuk, dedi.
Bugün her işim aksi gidiyordu. Sabahtan beri mektepten üç defa hademe göndermişlerdi. Maarif Encümeni azasından iki efendi ile bir müfettiş gelmiş, benden bazı şeyler soracak-larmış.
Üçüncü haberi getiren hademe kadını adeta hırpalayarak kovuyordum. Hayrullah Bey, birdenbire hiddetlendi:
- Ne halt var burada? Haydi vazifenin başına. Yorgun yorgun, az işim varmış gibi, bir de seninle mi uğraşmalı? Haydi çabuk, çarşafını giy, marş. Sen burada durup beni şaşırtırsın. Billah çıkar giderim.
ihtiyar doktor öyle sert ve kati tavırla bu emri vermişti ki, itaat etmemek mümkün değildi.
Bir kelime söylemeye cesaret edemedim; peçemin altıda ağlaya ağlaya mektebe gittim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çalıkuşu
Random[TAMAMLANDI] Yeni başlayanlar için sabır ve umut dersleri. Reşat Nuri Güntekin