Çıldıracaktı.
Malikaneden koşarak çıkarken aklında sürekli tek kelime tekrar ediyordu. Çıldıracağım.
Artık alt kattan gelen ballı sese katlanamıyordu. Kıyafetlerine ve odasına sinen kiraz kokusunu içine çekmek Mark Lee'nin kendi kendine hazırladığı yıkımdan başka bir şey değildi.
Ne yaparsa yapsın işe yaramıyordu.Ormana doğru koşmaya devam ederken gecenin sert rüzgarı yüzüne çarpıyordu fakat şeffaf denebilecek kadar beyaz olan teni asla ısınmıyordu zaten. Siyah saçlarının üzerindeki kapüşon hızının etkisiyle düşmüş ve en son ne zaman kestiğini hatırlamadığı saçlarının dağılmasına neden olmuştu.
Ay ışığı altında onu yakalamak ister gibi görünen yapraksız çıplak dalların arasında girdiğinde bile yavaşlamamıştı. Taeyong'un sözleri zihnine ince ince sızdı yeniden.
Beslenmezsen kendini kontrol edemezsin Mark.
Ne sanıyordu ki, Mark besleniyordu zaten. En azından öyle zannediyordu. Kaç gün önceydi en son susuzluğunu giderişi? İki gün? Üç gün?
Hiçbir boka yaramıyor.
Kucağında oturan kızın boynundan geri çekilişi geldi gözlerinin önüne. Dudaklarındaki ekşi tadı yalarken kafasındaki şeytan susmak bilmiyordu.
Onun kanı kadar tatlı değil.
Onun kadar güzel kokmuyor.
Lee Donghyuck bu zamana kadar kimse tarafından ısırılmamıştı.
Ama her nasılsa Mark tadının da en az kokusu kadar tatlı olduğuna emindi.
Ve sadece hayal etmek bile onu neredeyse çıldırtıyordu.
Kaç aydır böyleydi sayamıyordu bile. Sanki vücudu da kafasında fısıldayıp duran o piç kurusunu dinler gibi bir türlü ısınmıyordu. İçtiği şey hiçbir işe yaramıyordu.
Yorulmamıştı ama yine de yanındaki uzun ağaca tırmanıp kuru dallarından birine oturdu. Ayaklarını aşağı sallamayı da ihmal etmemişti. Yüzünü gökyüzüne çevirip dolunaya baktı.
Belki aynı evde kalıyor olmasalardı her şey daha kolay olurdu. Belki küçük olan uyuyamadığında gelip dizlerine başını koymasaydı, Mark onun saçlarını okşamayı bu kadar sevmeseydi, evdekilerin kim olduğunu unutup arada bir koridorlarda üstsüz dolaşmasaydı, kokusu geçtiği her yere sinmeseydi... Belki Donghyuck bu kadar güzel olmasaydı her şey daha kolay olurdu.
Yan yana olduklarında Mark uyuyamazdı. Onun düzenli inip kalkan göğsünü izlerdi, biraz daha dikkat kesilirse damarlarında akan kanın sesini de duyabilirdi. İşte böyle zamanlarda duyduğu o ses, aklını kaybetmesine neden olacak gibi hissediyordu.
Lee Donghyuck bir gün gerçekten sonu olacaktı.
Evden çıkmış olmalıydı, arkadaşlarının yanına gideceğini söylemişti Mark'a. Buna güvenerek malikaneye yürüyerek dönmeye karar verdi. Titreyen ellerini kendinden bile saklamak ister gibi siyah deri ceketinin ceplerine koydu. Zaten onları da sadece Hyuck'un elleri ısıtabiliyordu.
Malikanenin kapısından girer girmez daima sessizliğin hüküm sürdüğü salondaki tartışmayı duyunca adımlarını oraya yönelendirdi. Taeyong'un kızıl saçlarını gördüğünde kaşları istemsizce çatıldı. Karşısında Doyoung vardı ve oldukça yorgun görünüyordu. Siyah perçemleri gözlerinin önüne dökülmüştü, beyaz yüzüne endişeli bir ifade yerleşmişti. Geldiğini fark edince ikisinin de yüzü Mark'a dönmüştü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
cherry wine , markhyuck
Fanfictionyüzün cenneten gelmiş gibi bebeğim fakat sen cehennem gibi yanıyorsun.