Çok heyecanlıyım. Çünkü bugün benim doğum günüm. İyiki de sabah erken kalkmışım.Geçen yıl uyuyakalmıştım. Hemen dolabımdan lercivert ceketimi çıkardım. Sarı metal düğmelerim, Bizans altını gibiydi. Mayıs ayında annem almıştı. 10 mayıs benim babamın doğum günüydü. Babamı on dört yıl önce kaybetmişiz.Ben doğmadan önce. Annem hiçbir zaman anlatmamıştır bana. Hatta kendisine bile.
Lercivert ceketime en uygun olan gömleğim, tabiki de beyaz gömleğimdi. Annem sanki kalıba basmış. Bide krem rengi keten pantalonumu giyersem , bu sabah prens gibi, Roma prensleri gibi yakışıklı olurum.
Üzerimi giyip beni çağırmalarını bekliyordum.Bir yandanda aklım kahvaltı sofrasındaydı.Annem her yıl doğum günümde, niye yaptığını bilmediğim ama benim çok hoşuma giden ve severek yediğim bir kaç yemeği sadece yılda birkez, bugün yapardı. Mesela damla sakızlı, üzümlü, hellim peynirli ve naneli Kıbrıs böreği “ Pilavuna” hazırlanır. Öyle güzel giderki sabahları. Bunun sadece doğum günümde yapılıyor olması, kendimi özel hissetiriyordu.
Hele öğle yemeğinde yapılacak olan Molehiya yemeğini heyecanla bekliyorum. Hele içindeki kuzu etinin bu bitkiyle birleşiminin tarifi olamazdı. Bide yanında Paluze varsa mükemmellikten zaten hemen doyardım. Akşamları ise kral sofrası kurulurdu. Şefali kebabı ve gullurikya . Keçi etinin , harnup pekmezli tatlı ile bastırılmasının doyumu olamazdı. Ve daha sonra tabiiki pastam.
Annem Candra sevecendir. Cancıdır. Duygusaldır. Anaçtır. Aşırı fazla iyimserdir.Saçları ütülenmiş gibi düzdür. Hafif sarıyaçalıyordu saçının rengi. Annem adı gibi Ay’ın gecedeki parıltısını güzelliği ile çevresine saçıyordu. Hele hele bir mutlu olsun, gündüzdeki güneşten. gecedeki ay dan bile daha çok ışık yayardı. Annemin narin billur gibi sesini işitir gibi olmuştum. Birden kapı açıldı ve ipek gibi parlayan saçları ve beyaz elbisesiyle annem odama girmişti.
“Delphinus, kalktın mı?”
Beni karşısın da şık bir vaziyette görünce ;
“ Delphinus, çok yakışıklı olmuşsun. Hadi kahvaltı hazır doğum günü çocuğu.”
Çatı katındaki , kendimce özel, bazılarınca savaş meydanı odamdan, hızlı adımlarla, yemek salonuna indik.
Yemek masasında Domaskenos yine baş köşeye oturmuş, suratı sirke çalıyordu. Sanki bugün ben doğduğum için benden nefret ediyordu.
Masaya oturdu. Gözlerim hemen masaya ilişti. “Aman tanrım” dedim, içimden .Bu sefer yoktu sofrada. Pilavuna yoktu.Annem ve dayıma baktım.Hizmetli Andra’ya baktım. Dayanamayıp sordum;
“Anne ! Hani börek? Doğum günümde hep yapardınız.”
Annem hafifçe gülümsedi. Gözlerime baktı. Bu nedemekti. Bu sonra konuşalım demekti. Bir anne ve oğlu her şekilde anlaşabilmeli.
Moralim bozulmuş, hayalim kırılmış, iştahım kaçmıştı. Hiçbirşey yiyememiştim. Dayım kahvaltıdan hemen sonra , kalpaklı şapkası ve baba yadigarı bastonunu alarak, evimizin geniş taştan yapılmış merdivenlerinden, ağır adımlarla inerek, kapıda bekleyen aracına binmişti. Bense annemin peşindeydim. Hani sonra konuşacaktık ya onun için. Annem mutfağa ben oraya, annem odalara ben oraya, annem bahçeye ben de bahçeye. Yine dayanamamıştım. Annemin yolunu kestim.
“Anne ! Hadi anlat. Niye bugün börek yapılmadı. Normalde her sene , doğum günümde mutlaka yapılırdı.”
“Delphinus; maalesef bu yaz dayın bizde kalıyor. Onun için yaptırmadım.”
“Ama anne, bugün benim doğum günüm. Hem niye karışıyor ki?”
“Delphinus! Bugün 20 Temmuz. Limasol da hüzün günlerinden biridir. Türklerin ise bayramı. Biliyorsun dayın hiç sevmez.”
Üzülmüştüm. Anlamakta zorluk çekiyordum. Yılda birkez yapılan tatlılardan, böreklerden, kebaplardan , bu yıl, mahsur kalmıştım.
Mavi renkli, sarı yaldızlı , kuş tüyü minderimi alarak, kaç yüzyıldır yaşadığını bilemedikleri, yaşlı, kalın gövdeli, bol dallı , cömert, zeytin ağacının dibine oturup, bir elimde taze sıkılmış limonata , yanında bir avuç kavrulmuş fındık ile annemin geçen ay bana aldığı kitabı okumaya dalmıştım. Öyle dalmışım ki annemin billur sesini duyamamışım. Duyamamış olmalıyımki annem kulağım dibinde “Delphinuuuuuussss!” diye bağırınca kitabı nereye fırlattığımı on dakika hatırlayamamıştım.
“Sana hediyeni getirdim.”
Bu sefer ki hediye yıpranmış, yeşil renkte bir defterdi. Defteri açtım. İçinde çok yazı vardı. Galiba annem zamanında günlük tutmuş. Şimdi ise okumam için bana veriyor galiba diye düşünüyordum. Sonra içinden dört yada beş adet mektup zarfı ve bir resim düştü. Bide Limasol daki bir klinikten alınmış ölüm raporu.
“Bu kim anne!”
Annem sakin idi. Ama gözlerinden yaşlar boncuk boncuk akmaya başlamıştı. “Erol” dedi. Peki kimdi bu Erol. Niye bana gösteriyordu annem.
“Peki niye bana gösteriyorsun anne. Kim bu adam?”
Şok olmuştum. Ben böyle hayal etmemiştim. Benim babam Zeus’un oğlu Herkül olmalıydı. Dünyanın en kuvvetli, en güçlü adam olması lazımdı benim babam.Ama öyle değilmiş. Benim babam Kıbrıslı bir mücahidmiş.Adıda “Erol ARSLAN” mış.
Peki ne olmuştu babama . neredeydi? Niye yanımızda değildi? Annem aldı beni karşısına ve anlatmaya başladı;
“Babanı tanıdığımda onyedi yaşlarındaydım. 1970 yılının Ağustos ayı idi. Türk tarafındaydık ozamanlar. Boğazköyde. Türkler ve Rumlar arasında kıyasıya bir kavga vardı.Bizimkiler yani Rum tarafı, Türkleri adada istemiyordu.Türklerde ne bir silah, ne bir mermi vardı. Ozamanlar ki yönetim , Türklere çok sert yaptırımlar uyguluyor, adeta nefes aldırmıyorlardı. Rum çeteler Türklere akılalmaz işkenceler yapıyorlardı.
Bir akşam, Papulos diye hatırlıyorum, öyle bir çete lideri ve adamları köye gelmişti.Tüm türkleri topladılar. Tabiki Erol ‘uda.Genç erkekleri ayırıp birer ikişer ağaçlara bağladılar. Ailelerini de ahırlara kapattılar. Sabaha karşıydı. Tabii ben Erol’a yanık olduğum için gece hep plan yapmıştım.Kurtarmam gerekliydi onları. Yoksa güneş doğduğunda kurşuna dizileceklerdi.
Gizli gizli Erol’un bağlı olduğu ağaca geldim. Elimde bir teneke parçası vardı. Hemen ipini kestim ve teneke parçasını Erol’a verdim. Beraber herkesi sessizce kurtarmıştık. Köydeki Türk ve Rum insanlar bir olup bu çeteyi köyden göndermişti.
İşte bizim aşkımız böyle başladı Delphinus.Günler geçtikçe bizim aşkımız büyürken, Biz Rumların Enosis aşkıda büyüyordu.Artık açık açık Türk katliamı başlamıştı. Baban bir akşam gizlice odama girdi.
-Candra,hakkını helal et. Ben mücahid oluyorum.Gidipte dönemezsem unutma. Seni çok seviyorum.
Beni öptü. Ve beni hiç konuşturmadan camdan atladı , karanlıkta hızlıca kayboldu. Sanırsan Eylül 1973 tü.
Bir akşam köye gürültülerle askerler geldi.Ama aralarında asker olmayanlar çoğunluktaydı.Köydeki kalan Türk erkeklerini topladılar.Köyden götürdüler. Sonra gecenin karanlığında, sessizliği bozan birçok silah sesi duyulmuştu. Anlamıştık . Hepsi kurşuna dizilmişlerdi.Çok kötüydüm. Korkuyordum. İnsan insana nasıl kıyabiliyordu, anlayamıyordum. Kıbrısımızda, bu kan niçin akıyor? Sırf Yunanistan için mi? Sırf Bizansın yeniden kurulması için mi? Çok saçmaydı. Madem öyle ise, batsaydı bunların Enosisleri.
1974 ün mayıs ayıydı. İnsan meraktan daha ne kadar çatlayabilirdi ki. Haftlardır ,aylardır, bir haber alamamıştım.Onun o hafif sarı saçlarını, canla bakan maviş gözlerini, sevgi dolu o kocaman yürekli Erol’ u çok özlemiştim. Ah bir gelse bırakmıyacaktım. Çünkü katliamlar çok artmıştı. Kimselerde merhamet kalmamıştı. Sokaklarda zafer naraları atılıyordu. Defolun Türkler kampanyası başlamıştı. Camiler talan edilip , kullanılamaz duruma çoktan getirilmişti. İşte böyle ortamda Onu sokaklara nasıl bırakabiliridim.
Evet 1974 ün mayıs ayının ikinci pazar günü akşamın karanlığında, pencereme taşlar atıldı.Korkudan ne yapacağımı bilemiyordum.Gizlice araladım yeşil perdeyi. Kimsecikler yoktu.Tekrardan taş atıldı, Kalbim yerinden çıkacak sanmıştım. İnsan göremediği bir şeyden korkarmıydı ? İşte ben korkuyordum. Ama neden korkuyordum ki? Ben insanlığa bişey yapmamıştım. Ama yinede Rum kanı taşıyordum. Korkuyordum .Hemde çok. Bizleri ne hale getirmişlerdi. İnsan komşusundan şüphe duyar mıydı? Ben duymağa başlamıştım bile.
Tüm bu korkularımı bitiren, ama, heyecandan bayıltan o ses kulağıma işkilendi.
“Candra, Candra!”
Evet bu Erol’umun sesiydi.Hemen camı açıtım. Erol içeri ye girdi.Işıklarıda söndürmüştüm. Çünkü ajan kılıklılar heryerdeydi.
Erol bana çok yakında Türkiye ordusunun buraya geleceğini, adanın tekrar eski mutlu günlerine döneceğini söyledi. Beni de bembeyaz gelinlik içinde alacağını da söyledi. Sabretmemi, korkmamam gerektiğini, Boğazköy’ün ön koruma görevinin Erol ve Erol’un emrindeki mücahidlerde olduğunu anlattı. Biliyordum. Erol ve arkadaşları, sonderece insaniyetli ve vatanperver kişilerdi.En önemlisi Türktüler. Türkler yüzyılllar boyu dünyaya hükmeden imparatorluklar kurmuşlardı.Onlar gibi savaşçı yoktu. Onlar dinlerinin gereği olan şehitlik için savaşıyorlardı. Ve ölümden hiç korkmazlardı.
Erol’a akşamdan kalan biraz börek ve keçi eti yemeği vermiştim.O da bir çırpıda yemişti.Sonra son kez baktı ve alnımdan öperek hızlıca uzaklaştı. Sabahın ilk ışıklarında kayboldu.O gece Onu sağlıklı olarak göreceğim son akşam olduğunu bilemezdim.
Temmuz ayının başlarıydı. Artık etrafta Türk ailesi kalmamıştı.Onları belli başlı yerlere toplamışlardı. Ne olacağını kimse bilemiyordu.
Tüm bu hadsizliklerine rağmen, Rum asker ve çetelerinde bir korku hep büyüyordu. “Ya Türkler aniden gelirse. Ama gelmezler ki, her defasında son dakikada vazgeçilmişti. Onlarda nerde o yürek. Ya gelirlerse. Hepimizi keser bunlar. Bişey yapamazlar Dünya bizim arkamızda.” diye kendi araların hep bir münakaşa içindelerdi. O korkuları her an büyüyordu.
Ama ben biliyordum.Türk ordusu bir gece ansızın gelicekti.20 Temmuz 1974 günüydü.Gökyüzünden paraşütlerle askerler iniyordu.Hepimiz korkudan sağa sola kaçışıyorduk. Çünkü çok ani oldu. Daha dün ,Britanya dan “görüşmeler başlıyacak” diye haber gelmişti. Ama bu tepemize birer kuş gibi inen Türk ordusunun korkusuz askerleriydi. Ayaklarının değdiği yerlerden “TÜRK” “TÜRK” diye sesler geliyordu sanki.
Bizim Boğazköy’ ede gelmişlerdi. İlk baştan korkmuştuk. Ama anladık ki intikama gelmemişlerdi. Erol’umun dediği gibi, yardıma ,güvenliğe gelmişlerdi.
Köyde biranda büyük bir çatışma başlamıştı. Bizim Rumlar şuursuzca saldırıyorlardı.Sabaha kadar patlama sesleri devam etti.Sabah olduğunda Bogazköyde kurulan revire , Kayalıklardan getirilen otuza yakın mücahid getirildi. Ama maalesef bunlardan yirmisi ölmüştü. Hemde çok feci bir şekilde.
Orada bir komutana rastladım. Ne oldu bu insanlara komutan demiştim. Komutan bana sert bir şekilde bakarak;
-Sizin manyak çeteleriniz, bu gariban ama kahraman Türk mücahidlerini,ellerini ayaklarını bağlayarak, gözlerini ağızlarını bağlayarak, canlı canlı, Doğruyolda uçuruma atmışlar.Bunlar bulabildiklerimiz.
Şok olmuş üzülmüştüm. “Sizin manyak çeteleriniz” derken, o kara gözleriyle beni adeta öldürmüştü komutan. Ama onlar öldürmeye gelmemişlerdi.
Hemen revir de gözüm Erol’u aradı. En dipte sargılar içinde yatıyordu. Yanına gittim. Seslendim. Gözkapaklarını araladı. Kırık ve güçsüz sesiyle “Candra” demiş ve gülümsemişti.
Eylül ayında Erol’u evimde bakmaya başlamıştım Erol ‘un sağ kolu ve sol bacağı maalesef kesilmişti.
Kısa sürede savaş bitmiş, anlaşmalar yapılmıştı. Bu sebeble, Türk ve Rum tarafında kalan Rum ve Türk halklar yer değiştirecekti.Bizde bu sayede Limasol’ a yerleştik.
Birbuçuk ay kadar Erol’uma baktım.Sonra rahatsızlandı. Limasoldaki kliniğe yatırdık Adınıda Delphinus diye yazdırmıştık. Klinikte üçüncü ayı tamamladığımız gündü. Sabah heyecanla sanki kanatlanmış, uçarak, Erol’umun yanına gidiyordum . Ona diyecektim ki, Erol baba oluyorsun .
Odasına girdim , dünyam yıkıldı.Boştu Erol’umun yatağı. Hemşireği buldum . Oda beni doktora götürdü. Gece sabaha karşı Erol ani bir kalp krizine girmiş ,ne yaptılarsa kurtaramamışlar. Evet Erol 1975 in ilk gününde inançlarına göre şehit olmuştu.
Cenazesi sırasında silah arkadaşlarından biri gelmişti. Yaralı Mehmet idi adı. Şu iki üç cümleyi söyledi;
“Türk ordusu Boğazköye indiği sırada , Rum ordusu saldırdı. Rum çeteleride arkadan Türk ordusunu sarmış pusu kuruyorlardı. Haberciden haberi almıştık. Erol komutan aynı Atatürk gibi bize son emrini vermişti sanki. Size savaşmayı değil ölmeyi , şehitliği emrediyorum diye. Çünkü silah az, mermi daha az. Bıçakla , taşla, sopayla, sapanla saldıracağız, hatta dövüşeceğiz. Bu pusuyu bertaraf ediceğiz demişti. Nitekim öyle oldu. Ama esir düştük. Attılar bizi. Bende sağ kolumu kaybettim. Bide sol gözümü. Ama değdimi, bence değdi.”
Evet Delphinus, oğlum. Senin baban ve arkadaşları birer kahraman. Senin baban bir Türk Kahrmanı. Senin baban Erol ARSLAN.”Annemde bende birbirimize sarılmış ağlıyorduk.O gün demiştim. Bana Erol de annem diye. Annemde o günden sonra bana Erol demeye başlamıştı.
Ertesi hafta Boğazköy’e gitmiştik.Annem yıllar sonra dönmüştü.Tabiiki özel izin ile. Yaşadığı çevreyi gezdirdi ilk önce bana. Doğduğu yaşadığı evi gösterdi. Şimdi başka bir aile yaşıyordu. Bizi misafir ettiler.Molehiya, Paluze ve pilavunanın alasını yedirdiler bize.Tadı damağımda kalmıştı.
Annem babamın bağlandığı ağacı gösterdi. Tenekenin kestiği kavuktaki iz halen duruyordu.Köyün meydanında büyükçe bir kaya vardı.Annem heyecanla elimden tuttu, ve, beni bu kayanın yanına , koşar adım getirdi.Orada bir yazı vardı Türkçe yazıyordu. Annem tercüme etti.Babam el yazısı ile oraya , o zamanlar, “ Seni çok seviyorum Candra” diye yazmış.Şimdi aradan yıllar geçti. Kırk yaşındayım.Çok uğraştım.Mahkeme üzerine mahkeme.DNA testi bile yaptırdım. Sonunda 2005 yılında İsmim Erol ARSLAN olarak tescillendi. Ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşlığına geçtim. Müslümanda oldum. Annem ismini ve dinini değiştirmedi. Ama O da Türk vatandaşlığına geçti. Candra ARSLAN.
Evet benim babam bir Kıbrıs Mücahidiydi. Bir kahramandı. Herkülden Zeustan bile güçlüydü. Benim babam bir kahramandı.(Bilirim ki her çocuğun babası bir süperkahramandır.Sevgiyi doğru bir şekilde vermeli. Evlatlarımızı kindar olarak yetiştirmemeliyiz. Böylelikle süper kahramanlarımız, bir hırs uğruna bu dünyadan erkenden göç etmez.)