İhtiyar, elinde olmadan her sabah gün doğumundan önce uyanırdı. Sanki ölümün yaklaştığını hissettikçe daha az uyur olmuştu. Daha az uyumak biraz daha hayatta olmak demekti onun için. Biraz da hoşuna giderdi bu. Her gün yıldızın doğuşunu seyretmek yeniden doğmayı anımsatıyor olmalıydı.Günün tüyleri diken diken eden sert esintisini ve bir anda gözünü yakan güneşin ani sıcaklığını hissetmek sersemletse de bu rutini yapmaktan vazgeçemiyordu.
Bir eliyle sabahın soğukluğunu içeri hafif hafif sızdıran mutfak camını kapatmaya çalışırken diğer eliyle de ocaktaki sütün altını taşmadan kapatmaya çalışıyordu. Mutfak gereğinden soğuk olmalıydı ki titremekten sütün ancak yarısını bardağa dökebilmişti. İçerden battaniyesini sırtına sarıp elinde saleple bahçedeki sallanan koltuğuna oturdu. Bardağı bir ayağı kırık olduğu için eğri duran masanın üstüne yavaşça koydu. Sabırsızlıkla gökyüzünü seyrediyordu. Her gün aynı şeyin tekrarlanması heyecanından hiçbir şey almamıştı.
Gözü bardağa ilişti. Sıcaktan yanmamak için temkinlice ağzına götürdü ve bütün atmosferi içine çeker gibi höpürdeterek içti. Bunu yapmayı bir hayli severdi ama bu sefer pek bir zevk alamamıştı. Zira hiç beklediği gibi değildi. Salep dışarıdaki kuru soğuktan öylesine etkilenmişti ki güneşin havayı tatlı tatlı ısıtmasının aksine buzdolabından çıkmış gibiydi. Yüzünde sevimsiz bir ekşime ifadesi varken hafif uzamış saçları önüne düştü. Yaşlılıktan saçları kırlaşmıştı lakin hala gençlikten kalan birkaç siyah teli onu genç hissettirmeye yetiyordu.
Yüzünü gökyüzüne çevirmiş, havada balerin gibi süzülen kuşları izlerken yüzünde istemsiz bir tebessüm oluşmuştu. Gözlerini kuşlara odaklayıp onları takip ederken suratında bir ıslaklık hissetti. Ter sanarak elini narince alnına ve yanaklarına dokundurdu. Parmaklarının arasından akıp giden nemli şey gözyaşıydı. Hep olurdu bu. Herhalde üzerindeki mahmurluğu hala atamamış, uykusu yeterince açılmamıştı. Anlamsızca eline bakarken yoldan süratle bir araba geçti. İhtiyar arabayı fark edene kadar çoktan geçip gitmişti bile. Ardında çamurlu suları sıçratıp batırdığı bahçeler kalmıştı. O an da gece yağmur sesini duyduğunu hatırladı. Onu bugün farklı bir huzurla sıcak yatağından kaldıran daha da sıcak olan yağmurdan sonraki toprak kokusuydu.
Arka tarafta çok sevdiği minik bir sebze bahçesi vardı. Yoldan sıçrayan suyu görünce onları kontrol etmek için ayağa kalkmaya çalışırken güçsüz elleriyle sıkıca koltuğun kollarını sıktı. Önce sol eliyle destek aldı, diğeriyle belini tutarak doğruldu. Bir adım attıktan sonra tekrar masaya dayandı. Dengesini kuramamasının sebebini midesinin kazınmaya başladığını fark edince anladı. Daha dikkatli yürüyerek bahçeye girdi. Toprak yağmurdan öyle yumuşamış ki ihtiyarın ayakları bataklığa saplanır gibi toprağın altında yok oldu. Ayaklarını silkeleyip bahçenin sonundaki vişne ağacına kadar ilerledi.
Eğildi. Toprağı kokluyor, dokunuyor, okşuyordu. Ruhu sırtını yasladığı ağacın köklerinin topraktaki suyu emme çabasını, yapraklarının rüzgarla tokalaşmasını, gövdesinde gezinen kıpırtılı böceklerin koşuşlarını bile hissedebiliyordu. Doğayla iç içeydi. Ağaç ihtiyar oluvermiş, ihtiyar vişne çiçekleri gibi taze hissediyordu. Terliğinden fırlayan baş parmağını şen bir solucanın gıdıklamasıyla dünyaya döndü. Ama tam olarak kendinde değil gibiydi. Gözlerinden yaşlar akmaya, kalbine sancılar girmeye başladı. "Yaşlılıktan herhal." diyerek ayağındaki kırışıklıklarının arasında kuruyan toprakla eve girdi. Dengesini kurmaya çalışarak yatak odasına vardı. Önünü göremiyordu. Elleriyle bir yerlere uzanarak destek alabileceği bir yer arıyordu. Yatağın başındaki televizyona sıkıca dayandı.İhtiyar can havliyle kendini yatağa bıraktı. Yorganı üzerine çekti. Gözlerini yummadan son bir sahne görmüştü pencereden. Günbatımı...