"Per saltire, azure and ciel dancetty, azure and ciel lozengy, ciel and azure paly, ciel and azure chequy, a saltire gules within a bordure gules, dexter chief wyvern statant seen from above, sinister to dexter selkie rampant, and dexter base unicorn statant seen from above facing each other, all vert."
Flere. Acaba ne kadar zamandır buradayım diye düşünmeden edemedim. Gökyüzü karanlık ve gökten yağmur çiseliyordu. Etrafta garip bir koku vardı ve etrafı kavuran kırmızı alevler göğü delmek istercesine yükseliyorlardı. Bir taşın gözleri misali göğe bakıyor ama hiç hareket edemiyordum.
Nereden gelmiştim? Nereye gidecektim? Ne olduğumu dahi bilmez bir şekilde yerde yatarken bir suretin bana yaklaştığını gördüm. Beni yerden kaldırıp göğe yükseltti. Ah demek bu kadar küçük bir bedene sahiptim. Beni havaya kaldıran suretin bir kadın olduğunu anladım. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Sonsuz sessizliğin içinden bir ilahi bir ses yankılandı. Sessiz bir kıyameti yırtıp atarcasına kulaklarıma ulaştı.
"Bu savaşta tüm ailemi kaybettim ama hiçbiri kalbimi bu kadar dağlamadı. Ağlama kayıp kuzu. Adın nedir kayıp kuzu?"
Ellerini yavaşça yüzüme yaklaştırıp göz yaşlarımı sildi ve yüzünü yüzüme dayadı.
"Bu dünyada geriye kalan tek masum şey bu göz yaşları. İnsanların ağlama sebeplerini değiştiresin. Bundan böyle senin adın "Flere" olsun."
Nereden geldiğini bile bilmeyen bu çocuğa bir yaşam sebebi veren bu kadın kutsal ana olmalıydı. Onu alıp evine götürdü.
Yıllar geçtikçe savaş denilen felaketin, öldürmenin ne demek olduğunu unutmuştum bu kutsal kadının yanında. Gözlerimin gördüğü ve duyabildiğim hatta hissedebildiğim tek şey şefkat olmuştu ama ne yazık ki hayat bu kadın kadar şefkatli değildi.
Dolunayın göklerde yükseldiği bir gece mantar toplayıp ormandan dönüp yatağıma uzandığımda camdan dışarı bakıp bu günlerin hiçbir zaman bitmemesi için dua etmiştim. Hala cevap alamadığım bir dua, yitip gitmiş bir dua.
Gün doğarken alevler arasında uyandım ama her şey için çok geçti. Küller ve toprağı saatlerce göz yaşları ile eşeledikten sonra acı gerçekle yüz yüze gelmiştim.
Bana yaşam amacı veren. Bana ismimi veren. Bana huzur ve şefkat veren, annelik yapan o kadının adını dahi sormamıştım. Belki de sormuştum ama eminim ki bana dönüp gülümsemek dışında hiç bir şey yapmazdı.
İşte ilk o zaman içimde bir duygu belirmişti. Ateşlerin ortasında cesetlerden oluşan bir ormanın ortasında dahi hissetmediğim bir duygu. Hayatında ki her şeyi kaybetmişken dahi hissetmediğim bir duygu. "Özlem". İşte bu duygu ile kalbime 7 büyük günahın tohumları atılmaya başlanmıştı. İlki hiddet olmalıydı çünkü kendime geldiğimde taş üzerinde taş kalmamış ve parmaklarımın hepsi kırılmıştı.
Amaçsızca köylerden birine yürüdüm. Evsiz çocukların köle olarak çalıştırıldığını biliyordum ancak hiç umursamıyordum. Bura da yaşlı bir adamla tanıştım. İlk işim adını sormak olmuştu.
Dougles Orville adında ki bu yaşlı adam ejderha katili olduğunu idda ediyor ve bundan gurur duyuyor gibiydi. Kendimi çok kötü hissettiğimi hatırlıyorum bu nasıl olabilirdi ki? İnsan nasıl bir canlının hayatına son verip de kendi ile gurur duyabilir.
O kadın olsa bundan utanırdı. Her şeyini savaşta kaybetmiş o kadın ve annesini kaybetmiş ben. Özgürlükleri şehri ile ilgili haber aldığım ilk zaman da o zamandı. Phoneix.
Hayatın acımasızlıkları ile karşılaşmış ben kibir ve kıskançlık duygusunu da o zaman tatmıştım. Kendimi ejderha katilinden üstün görüyor ve Phoneix de yaşayan insanları kıskanıyordum. Kalbim karanlıkla dolmaya devam ediyordu. Ah kutsal anne nerelere gitmiştin?