"Pensée tricolore"

825 102 71
                                    

Şubat ayı, o yıl Fransa'da önceki birkaç yılı mumla aratacak cinsten bir soğukla gelivermişti. Karın yüksekliği bazı bölgelerde ayak bileklerini geçmiş, yollar sürekli kazınmayı bekleyen sert buzlarla kaplanmıştı. Bu durum ılık geçen ayların unutturduğu çetrefilli kış mevsimiyle birden yüzleşmek zorunda kalan yetişkinler için sorumluluk, hayatlarında daha önce belki de hiç böylesi bir kar yağışı görmemiş olan çocuklar için oyun demekti.

Benim de bir yetişkin olarak sorumluluklarım vardı. Fakat... Benim sorumluluklarımın çoğalmasının sebebi hayatı aniden felç eden soğuk ve kar yağışı değil, önümdeki bebek arabasının içinde bulunan ufak bedendi.

Aylardır nereye gittiysem beraberimde götürmek zorunda kaldığım minik kızımdı.

Soğuk havanın birden yüzüme vurmasıyla her iki adımda bir atkımı ve şapkamı düzeltmek zorunda kaldığım bir salı akşamı yine onunla yürüyordum Paris'in ara sokaklarında. Yerlerin kayganlığı yüzünden bebek arabasını sürmek bir hayli zordu. Fakat her zamanki gibi o gün de onu bir yerlere emanet edesim yoktu. Çünkü minik bedeninin elimin ucunda olduğunu bilmek o zamanlar beni ben yapan, bana bir yaşama sebebi veren tek şeydi.

"Akşam olmak üzere Mösyö Lee, hava birazdan çok soğuk olmaz mı?"

Elinde kocaman bir kese kağıdıyla yolun ortasına dikilmiş bana seslenen kadını gördüğümde gülümsedim.

"Sana da iyi akşamlar Caroline."

Caroline, benim dördüncü katında oturduğum apartmanın zemin katında oturan orta yaşlı bir kadındı. Geçimini apartmanımızın temizliğini yaparak, ev sahiplerinin getir götür işleriyle ilgilenerek sağlardı. Gittikçe ağaran saçlarını her gün örer, hayatın çetinliğine rağmen yüzündeki minik gülümsemeyi bir an olsun silmezdi. Tüm bunların yanında koca apartmanda en iyi anlaştığım insandı. Çünkü o diğer komşularımın aksine özel hayatıma burnunu sokmazdı.

Bir kızım olmasına rağmen parmağımda yüzük olmayışıyla ilgilenmezdi mesela. Ya da 'aile' kelimesini duyduğumda yüzümün neden düştüğünü sormazdı diğerleri gibi.

"Size de bir şişe taze süt aldım yine," diye devam etti elindeki kese kağıdını göz ucuyla işaret ederek.

"Diğerini de çocuklarıma aldım."

'Çocuklarım' derken sayesinde apartmanın müptelası olmuş kedileri kastediyordu. Onlara hep süt ve su verdiği için onun penceresinden hiç ayrılmazlardı. "Kediler insanlardan çok daha sevimli" derdi hep, haklıydı da.

"Çocuklarına söyle kızımın bebek arabasını kemirlesinler Caroline."

"Ama kemirmek onların doğasında var Mösyö Lee, nasıl engel olabiliriz?"

"Bilemiyorum. Sayelerinde birkaç gündür şu ağır arabayı kucaklayıp dördüncü kata kadar çıkartmak zorunda kalıyorum, zemin katta bırakamıyorum."

"Onlar adına üzgünüm ama-... Ah, şu an sizi tutuyorum öyle değil mi? Ben yarın sabaha kadar bir çözüm düşüneyim o halde, bulur bulmaz gelip size haber veririm."

"Pekala, görüşürüz Caroline."

"Görüşürüz Mösyö Lee."

Caroline'in uzaklaşmasının hemen ardından yeniden sürdüğüm bebek arabasına odaklanmıştım. Neyse ki gitmek istediğim mekana giden iki kestirme biliyordum. Bunların sayesinde giderken de dönerken de yokuş aşağı gitme şansını yakalayacaktım.

Uzun zamandır sapmadığım o dar sokağa saptığım an yüzümdeki gülümseme büyümüştü. Özlemiştim taşlı yolda yürümeyi... Sokak çalgıcılarının ezgileri eşliğinde ağır ağır yürümeyi... Bu defa ne sokak çalgıcıları vardı sokakta, ne de ben ağır ağır yürüyecek kadar rahattım.

Yolande // Kihyuk ✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin