Hikayem başlıyor, kitabın sayfaları yırtılarak bir oval oluşturuyor; geri kalan sayfalara ulaşmaya çalışıyorum ama.. O sayfalar beni bırakmıyor. Çünkü ben sürekli aynı yılı, aynı yazı, aynı okulu yaşıyorum. Her kim hayatıma girmeye kalkışırsa, hayatım onu fazlalık gibi dışlıyor. Neden bilmiyorum, bu bana alışılmadık gelmemeye başlıyordu. Taa ki o gelene kadar, Yusuf. Kitabın belirli sayfaları tekrarı bırakmış, adeta onun kapıyı açmasının verdiği esinti ile havada uçuşuyordu. Bu sene, lise 3 olacaktım. Ve o berbat seçim, Sayısal-Sözel bilirsiniz işte. Kendi kararımı verebilmek için çok geçti. Çünkü ailem çoktan sayısalı seçmişti. İtiraza yer yok diyerek geçiştiriyorlardı işte. Kitabım mühürlenmiş gibiydi. Ne yazık ki öyleydi.
Hayatımın sayfaları galiba uçuşup yeniden tren gibi dizilmişti. Araya farklı dipnot ve sayfalar sıkıştığını saymazsak tabii. Ne yazık ki derslerim geçen seneki gibi değildi. Batıyordum, sözlülerim berbattı. Asla derse katılmıyordum. Bir gün karar aldım. Bunu düzeltecektim. Hayatımın dönüm noktasını saçıma sakız yapışmışçasına geçirmek istemiyordum. Anneme gidip okuldan sonra soru bankası alıp alamayacağımızı sordum, keyiflenerek kabul etti. Okula gitmek için hazırlandım, ve çıktım. Tabii ki mükemmel ve her kıyafetimle uyumlu sporlarımı da giymeyi ihmal etmedim. Yol yokuştu, dedim hem deneyim olur. Bir mallık ettim ve kapının kenarındaki kaykayımı aldım. Bunu bana yengem doğum günüm için almıştı. Ve hükümetin mükemmel asfaltında sürmek imkansız olduğundan o öylece örümcek ağlarına mâruz bırakılmıştı. Eski olmasına karşın, her evden çıktığımda bakıyordum ona. Yeşil, sarı ve kırmızının tonlarını öyle bir evirip çevirmişler ki çok uyumlu renklerdeydi kaykay. Üzerinde 'NewJersey' yazıyordu. Ben neden bilmem, çok severim böyle eyalet isimlerini. Missisipi Alpha'ya bir gün gidebilmek için can atıyordum ki saat bir an için gözüme çarptı. Gitmem gerekiyordu. Kaykayı yokuşun başına koydum. Ayaklarımı ihtiyarın kollarına bıraktım ve birden sol ayağım ile süratlendim. Bu kadar iyi kayabildiğimden nedense haberim yoktu. Farkettiğim ilk şey manevrayı bilmememdi. Ve şansıma bugün okul günü olduğundan bir kamyon insan dışarıdaydı. Ben manevrayı bilmiyor olabilirdim ama ilkel yöntemler ne için vardı değil mi? Bir sopayı gözüme kestirdim, yere eğilerek almaya çalıştım ve aldım! Ama sorun şu ki sopa sandığım şey bir dal parçasıymış. Ki dünyada hacmi olduğundan emin değilim. Birden sopayı savurdum ve ne olsa beğenirsiniz? Yaşlı bir amcanın suratına geldi. Utanç içinde kaçarken bağırarak özür diledim. Saçma bir şey yapıp ellerimi asfalta sürttüm. Neyse ki durdu. Şimdi kaykayı elimde taşıyarak yürümem gerekiyordu. Ve aa! Okul karşı caddede. Şanslıydım. Ama çok değil. Okulun bahçesine girdiğimde gözüme çarpan ilk şey ela gözlü olmasına rağmen çok çekici olan bir çocuktu. Saçları sıradan, dalgalıydı. Kilo-boy oranı inanılmaz derecede uyumluydu. Ve neden bilmiyorum çok etkilenmiştim. Öylece beklemek yerine, sıraya girdim. Müdürün sakalları bile tanıdıktı. Ama farklı bir tanıdık.
Sınıfa geçtiğimde sırada oturan birisi vardı, hayır. Diğer hikayelerdeki gibi 'Ayol işte o tatlı çocuk yanımda oturuyor' olmayacak burada. Oradaki benim 5. Sınıftan beri arkadaşım olan Berra idi. Hala hatırladığım gibi şirindi. Kahverengi-sarı karışımı upuzun saçları vardı. Dalgalı saçı kişiliğini yansıtıyordu. Bence çok güzel bir kızdı. Beni görünce gülümsedi ve yanını işaret ederek oturmamı istedi. Oturduğumda birden ne diyeceğimi bilemedim. Bunca yıl sonra.. Ama o, o kadar tanıdıktı ki. Sanki geçen sene sınavda kopyalaştığım birisi gibiydi. Ama bir yandan hiçbir özelliğini bilmddiğim yabancı eski bir arkadaştı o. Sınıftakiler de öyle. Ama çok tanıdık olduklarını inkar edemem. Hepsi benim doğduğumdan beri arkadaşım gibiydi.
6 dakikadır hocanın gelmesini bekliyorduk. Bazılarımız ümitle beklerken benimle birlikte çoğu kişi başka bir şeye dalmıştı. Ben telefonumdan müzik dinliyordum.
David Guetta'nın Say My Name şarkısını dinliyordum. Bu şarkı neden bilmem beni zevke getiriyordu. Böyle bir heyecenlanma, geminin kaptanı olma hayalleri.. Ve hocanın gelmesi ile birlikte hepsinin yerinde yeller esiyordu. Sakince kitaplarımı çıkardım. Hoca dersin yarısı boyunca olmamasına rağmen bir de ödev vermişti. Aldırmadım. Liseydi bu. Olacaktı tabii ki böyle şeyler. Diğer dersler de böyle geçti gitti. Son dersin bitmesine 12 dakika kalmıştı. Bir baktık horlama sesleri geliyor. Berra beni dürtüp hocayı işaret etti. Kadın resmen dakikalardır ağızını ayırmış uyuyordu. Fotoğrafını çektim. O sırada birimizin telefonu yüksek sesle çalıyordu. Hoca uyanmadan kapatabilmişti o gerizekalı. "Hiç değilse şu 5 dakikamızı rezil etme!" dedim ona. Çocuk kızardı. Çok tatlı gözüküyordu. Ama çok kızgındım ona. Derken sonunda o saçma melodi okulu boşaltın diyordu bize adeta. Çıktığımda kaykayımı da aldım ve bütün yokuşu çıkarken ne yapacağımı düşünmeye başladım. Muhtemelen nefes nefese eve dönebilecektim. Çıkışta Yusuf ile göz göze geldik. Bana gülümsedi sadece. "Hadi Ilgın şu çocuğa bir şeyler söyle" diyordu içimden bir ses. Gittim ve dondurma yemeye davet ettim onu. Bana daha iyi bir teklifte bulundu. Nostaji olsun diye lunaparka gitmek istedi. Geri çevirebileceğimi sanmıyordum. Ve çevirmedim de. Anneme haber verip onun peşine takıldım. Bunu daha önce yaşamış mıydım acaba? Ne oldu bilmiyorum ama birden afallayarak çocuğun üzerine düştüm. Bütün dizim mahvolmuştu. Eve gitmek istiyordum, utanıyordum. Ve o dönüp bana; "Ben de bunları daha önce yaşadığıma eminim. Şok geçirmeni gerektirecek bir şey yok" dedi..
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Deja Wu
Teen FictionGiydiklerim, o yakıcı kumaş hissi, kulağımda esen rüzgarın gürültüsü; bunların hepsi bana tanıdıktı. Bunlar benim anılarımdı. Hayatımı nasıl tekrar tekrar bu güzel ama iğrenç anıları yaşayarak harcıyordum ki? Akışına bırakmayıp bu olayı dizginlemeli...