MARTİN EDEN

288 8 3
                                    

  Hikâyemiz demir çağının yaşandığı devirlerde geçer. Devasa gemilerin, buharlı trenlerin, metal aksamıyla göz kamaştıran otomobillerin, çelikten iskeletleriyle göğü yırtarcasına yükselen gökdelenlerin ilk olarak yükselmeye başladığı o meşum zamanlarda.
   “İnsan”ın, Orta Çağ’ın karanlığında ki feodal otoritenin prangalarını parçalayıp, kilisenin boğucu otoritesinden kurutularak özgürlüğünü kazanalı bir hayli zaman olmuştur.
   Kaybedilen uzun kasvetli yılların öcünü alırcasına büyük bir hız bitmek tükenmez bir hırsla geceyi gündüze katıp çalışarak meydana getirilen medeniyet: baştan ayağa metalden, motordan ve binlerce dişliden meydana gelen çarklardan oluşuyordu artık.
    Aslında ilkin böyle değildi. Elinde tası belinde peştamalı “evraka, evraka” nidalarıyla koşuşturan Arşimet'le, kim bilir hangi kombinasyonları tasarlayan kafasına düşen elmayla gerçeğe uyanan Newton'la ya da abus suratlı katı kurallı “nizamî müessese” nin hamisi yargıçlarına rağmen “…eppur si movue”  (Dünya yine de dönüyor) diyen Galilei'siyle ne kadar da insancıldı başlarken.
     İşin içinde insan vardı ve öyle olacağını haykırıyordu Rönesans’ın azametli ressam ve yazarları. Artık ilimle temelleri atılan, sanatla şekli verilen, gelecek zamanda sömürünün biterek egemenliğin yok sayılan insana geçeceği dillendiriliyordu geriye dönmemecesine.
    Toplumun omurgası yazarlarla ressamlardan oluşmuş olsaydı belki de gerçekleşirdi bu ütopik rüya. Fakat tacirler, tefeciler, bankacılar, müteahhitler, sanayii çarklarının sahipleriyle gücü ülke sınırlarını aşan şirketler ve gerçeği ters yüz edebilen zamanın en büyük sihirbazları olan politikacılar her şeyin yerini aldı. Ve devam etti insanın trajedisi. Onca söylem kitapların sararmış sayfalarında, güzelliğin tasviriyse duvarlarda asılı duran tablolarda kaldı.
    Sonra ayrıksı bir ses, hamasî bir söylev, afaki bir çaba olarak gösterildi; marazî bir gayret olarak mimlenerek ötelendi “insan” güzellemeleri.
     Bir “iş hayvanı” na dönüşerek emeği, zamanı, alın teri sömürülen ihtiyaç duyulan kuru canından öte her şeyine ipotek konan zavallı insan kendisi için verilen tüm o canhıraş mücadeleyi unutarak kalabalıkların arasında kayboldu. Birey olabilmenin o şaşalı kıymet ve kudretini pek ucuz bir pahaya değiştirdi.
    Bu şartların kasvetine teslim olan umutsuzluk ve bezginliğin koynundaki yığınların arasında yer alıyordu Martin Eden. Kâh hırçın dalgaların dövdüğü yorgun gemilerle uzak diyarlardaki maceralara dümen kıran kâh insan öğüten çamurlu sokakların devasa çarklarında alelade bir dişliymişçesine hareket ederek yaşamını sürdüren.
  Yirmi yaşının zindeliğini şişkin pazılarında, “dalgalı fındıkkabuğu rengindeki” saçında, biçimli çenesi ve ışık saçan gözlerindeki güçlü bünyesinde taşıyordu Martin Eden. Hiçbir çaba göstermek zahmetine girmeksizin kadınların ilgisini çeken, rakip çetedeki hasımlarına aman vermeyen bıçak gibi keskin, bıçkın bir delikanlıdır çevresinin gözünde.
    “Nemrut bakışlı tilki gözleriyle”, ufak tefek bir cüsseye sahip pintiliğin abidesi eniştesi Bay Higginbotham ve hayatın iş yükü altında ezilerek canından bezmiş ablası Gertrude'nin işlettiği duvarları lekeli gaz yağıyla aydınlanan küçük bir hücreyi andıran kiralık odada yaşamaktadır kahramanımız.
   Anne babasız büyüdüğü çocuk yaşlarından bu yana zorluklarla sınanan tüm hayatı boyunca kaçıp saklanmaksızın mücadele etmesi onda artık karakteristik bir hüviyet kazanmıştır.
     Martin Eden'in bir demir kadar sert ve soğuk olan sıradan gerçekliğinin ortasında beklenmeyen bir şey olur. Bir sokak kavgasında yardımına koştuğu burjuva sınıfından Arthur'un davetlisi olarak bulunduğu evlerinde “aşık” olur.
   “Solgun, semavi bir varlıktı; insanın ruhuna işleyen kocaman mavi gözleri, altın sarısı gür saçlar”a sahip olan kendisinden üç yaş büyük Arthur’un ablası Ruth'a.
   Böylece azimle dolu fıtratı ve yaşamın zorluklarına boyun eğmeyen tavrı kendisine yepyeni bir hedef belirliyordu. “Önünde kendisini bekleyen bir serüven, elleriyle ve kafasıyla yapacağı şeyler vardı; önünde fethedilecek bir dünya duruyordu.”
    Eğitimle ilgili hiçbir altyapıya sahip olmayan Martin Eden kimseden yardım almaksızın hayalinde idealize ederek yaşattığı aşkı uğruna defalarca kez özveri ve sabırla sınanacağı çetin bir meydan okumanın tam ortasında bulacaktır kendisini.
     Önce kitap akabinde kalemle devam eden Martin Eden’in bu sıradışı yolculuğu hem çok tanıdık hem de destansı öyküsüyle oldukça özel bir mahiyet taşımaktadır.
   Roman: gerçek aşkın, dostluğun, dönemin içinden geçtiği aristokrat ve işçi sınıfının genel ahvalinin, yayın dünyasının kokuşmuşluklarının, toplumsal ahlaki değerlerin buram buram yapmacıklık kokan hâllerine dair sert realist çıkışıyla oldukça etkileyici bir deneyim sunar okuyucuya.
   Jack London ilkin 1909 yılında basılan “Martin Eden” romanından önce; “Vahşetin Çağrısı”, “Beyaz Diş”, “ Demir Ökçe” ve “Deniz Kurdu” gibi eserleriyle uzun ve yorucu yazarlık serüveninde uluslararası üne kavuşan nadir insanlardan olmayı başarmıştır.
    Yazar, kapitalizmin hızlı şekilde kök budak salarak toplumu yeniden ve sert kalın çizgilerle sınıflara ayrıştırdığını büyük bir üzüntüyle gözlemler. Birey olarak insanın kadir kıymetinin değer görmeyerek yok hükmünde sayılmasını zorlu kişisel mücadelesinde deneyimler. Ve bu bakış açısıyla şekillenen yaşamından izler taşıyan yarı otobiyografik eseriyle bir nev’i hayatının özeti/finali mesabesinde olan bu başyapıtı meydana getirir.
   Romanda geçen karakterlerin, olayların ve düşüncelerin aynıyla hayatından esinlenerek oluşturan yazar ustaca kurguladığı kitabında heyecan duygusunu dengeli bir seyirle verir. Kullandığı betimleme ve tasvirlerin abartıdan uzak son derece estetik şiir tadında bir akıcılıkla sunması usta yazarın dünya çapında tanınırlığının sebebine dair birer işaret olarak gösterilebilir.
       Yazarımızın bir nev’i kendisini anlattığı romanında kahramanımız yazarlık serüveninde hiç kimse tarafından kabul görmez, desteklenmez. Aksine kendisinden, tâbi olduğu toplumsal sınıfının şartlarına göre davranması beklenir.
     Sefalet, açlık, yoksunlukla beraber en yakınları tarafından bile anlaşılamamanın ağır yükünü taşımak zorunda kalır. Buna rağmen yılgınlığa ve kendisinden şüpheye düşmez. Bildiği yoldan şaşmaz ve tüm toplumsal dayatmaları elinin tersiyle iterek sonunda ilham verici bir başarı hikâyesine imza atar.
    Böylece “…Gördüğünü dünyaya gösteren bir göz, duyduğunu âleme duyuran bir kulak, hissettiğini insanlara duyumsatan bir kalp olacaktı. Şiir ve düzyazı, kurgu ve anlatı, bütün tarzlarda...” yazacak ve bir “insan” olarak, “kendisini iyi ederek” topluluklarla değil ismi ve kimliğiyle; Martin Eden olarak var olabilecekti.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Mar 27, 2019 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

MARTİN EDENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin