apocalyptica, sacra
📻
"Kendini ara."
Kim Jongin'den duyduğum ilk cümle buydu. Karşılaştığım diğer insanlar gibi, sanki kendimi bulmuşum gibi konuşmamıştı hiçbir zaman. Hiçbir işe yaramayacak, öylece unutulup giden nasihatlar ise hiç uğramazdı dudaklarına. Kendimi aramamı söylerken nasıl da emindi sesi, hemen ardından usulca eklemişti. "Ve gülleri daima kırmızı sev."
Kulağı sağır edecek onca silah sesinin ortasında söylenebilecek cümleler değildi hiçbiri, bilirdim ki Kim Jongin'den başkası söylemezdi bu kelimeleri. Bunun bilincinde olmak hem acıtana dek yakardı yüreğimi, hem de sımsıcak ederdi ruhumu.
Yüreğimin ve ruhumun aksine, tenim onca soğuğu topluyordu kendine, zira aylardan Ekim'di ve usul usul yaklaşıyordu kış. Bu kez uzun geçecek bir kış dönemi bekliyordu bizi, hepimiz, sokaktan geçen öylesine bir insan dahi biliyordu bunu. Koca bir savaşın ortasında olmak, onca endişeyi de peşinde sürüklüyor, sinsice savuruyordu hepimizin içine. Kış ayları da geldiği vakit, eminim ki iyice zorlaşacaktı şartlar. Kalbimiz daha da yanacaktı, hâli hazırda az seçeneği bulunan marketlerimizin rafları iyice boşalacaktı ve kar tanelerinin can verdiği beyazlıklarda göz yummanın imkânsız olacağı kan lekeleri dolaşacaktı.
Bizi bekleyen felaketlerin farkında olsak dahi dilimize varmazdı bu sözcükler. Bana kendimi aramamı söyleyen Kim Jongin, bundan ötürü savaştan hiç söz etmezdi bana, bambaşka evrenler yaratır yine de anmazdı adını kargaşanın.
Kim Jongin'i tanımak çok hızlı gelişen bir olaydı, öyle ki tahmin edemeyeceğim bir şekilde dallanıp budaklandı her anımız. Bizi buluşturan, hüsranın gezindiği sokaklarımızı birbirine bağlayan iki şey vardı: Bay Park ve eski bir radyo.
Bay Park, yaşını söylemeyi her defasında reddetse dahi altmışlarında olduğunu tahmin edebildiğim kâh huysuz, kâh dünya tatlısı bir adamdı. O ise kendini "çeyreklik" olarak tanımlar, sırf savaşta kaybettiği iki bacağından ötürü, acımasız bir mizah anlayışı vardır kendisinin. Savaş ondan yalnızca iki bacağını değil, bir de oğlunu çalmıştı; kendisi bu konuya pek girmez, yalnızca çakırkeyif olduğu bir akşam söz etmişti oğlundan, onun yokluğunun nasıl yüreğini parçaladığını kısık sesiyle anlatmıştı teker teker. Adının Chanyeol olduğunu söylemişti, şayet yaşasa, benim boyumu da geçermiş; bir de, çok iyi anlaşırmışız eğer tanışabilseymişiz, benim sessiz sakin geçen yaşamıma dostluğuyla neşe katarmış. Bay Park, oğlundan ve onunla dolu olan bir yaşamdan bahsederken dudaklarına ilişen gülümsemeye engel olamazdı. Buruk bir mutluluk tadardım çehresinde. En çakırkeyif gecemizde ise, yine o buruk mutlulukla kurmuştu aklımdan çıkmayan cümlesini: "Tüm uzuvlarımı alıp götürseydi savaş, yalnız oğlum kalsaydı, başka isteğim yoktu."
O gece onunla birlikte ağlarken, daha doğrusu gözyaşlarımı saklamaya çalışırken değişmişti aramızdaki iletişim. Bay Park ile çok daha yakın oluşum o çakırkeyif geceye dayanıyordu. Yoksa onun evinde kalmak bir özellik değildi, Bay Park evini tüm kimsesizlere açardı cömertçe. İçeri girip, bir tas çorba içebilirdiniz, kimsecikler size ne aradığınızı sormazdı. Veyahut hemen merdivenlerde öpüşebilirdiniz sevdiğinizle, yine ses çıkmazdı kimseden. Bay Park evini, kimsesizlerin yuvası, aşıkların öpüşme durağı olarak tanımlardı büyük bir içtenlikle. Bundan ötürü evde geçirdiğim her gün, apayrı seslerden acıklı hikâyeler dinler, bambaşka dudaklardan öpücükler duyar, hiç tanımadığım kalplerdeki aşklara tanık olurdum.
Öyle ya, Bay Park'ın isteği de buydu; evinin duvarlarının hatıralarla dolup taşmasını dilerdi. Oğlunun yaşayamadığı gençliği başkaları doyasıya tatsın, duvarları da bunun tek şahidi olsun isterdi tüm kalbiyle.
Bay Park'a olan sevgimin içinde elbette bu düşünceleri de vardı fakat onu sevmeye ilk başladığım an, odama koymam için ufak bir heykel armağan ettiğinde olmuştu. Evin birçok köşesinde bulunan, üç maymuna can vermiş heykeli avuçlarıma bırakırken ciddi bir sesle başlamıştı sözlerine. "Bu heykele sıkça bak," demişti kendinden emin duruşuyla. "Sana ne olmaman gerektiğini hatırlatsın bu heykel. Konuş, gör ve duy, Sehun."
Bu yaşlı adama kalbimi açışım, tam bu sözlerle başlamıştı işte; konuştum, gördüm ve duydum, zira biri bunu söylemese, hiç yapamayacakmışım gibi hissediyordum kendimi önceden. Bay Park, gözlerimi, kulaklarımı, dudaklarımı açtı; yıllar öncesinde ruhuma vurduğum tüm kilitleri parçaladı tek bir hamlede.
İş kalbime vurduğum kilidi kırmaya geldiğinde, bunu hiç bilmeden yaptı Bay Park. Bir gün, birkaç adet sigara için dışarı çıkmamı söyledi ve gittiğim yollar götürdü beni Kim Jongin'e.
İlk bakışta bir kitapçı olan mekânın biraz ilerisine gidildiğinde doluyordu burnunuza ağır tütün kokusu. Etrafı kokladığımı fark eden Kim Jongin ilk o an gülmüştü bana. Sakladığı yerden kaçak sigaralarını çıkarırdı, özenle Bay Park'ın sigaralara ayırdığı kutuya koyup verirdi bana. Bay Park'ın kaçak sigaraların ne kadar acı olduğuna dair şikayetleri bitmek bilmezdi, fakat yine de her defasında alırdı. Zira fazla seçenek yoktu, askerlerin yağmalamasından korkularak dükkanların en diplerine saklanmıştı tüm sigaralar, hepsi de kaçak olurdu.
Kim Jongin'le bizi buluşturan şeyin sigaralar olmasını hiç istemezdim, oldum olası sevmemiştim tütünü. Kim Jongin ise ellerinden tütün eksik olmasa dahi, dudaklarına sigarayı hiç yerleştirmemiş yegane kişiydi gözümde.
Tam mekânın kitaplarla dolu kısmına, ardından da kapısına ulaşacakken seslenmişti arkamdan. Ve bizi buluşturan ilk cümlecik çıkıvermişti dudaklarından.
"Bir gün size, radyo dinlemeye gelebilir miyim?"
Aramızda sigara alışverişinin dışında geçen tek sözcüklerdi bunlar, sesi öylesine çocuk çıkıyordu ki, bir gülümseme yerleşmişti dudaklarıma. "Tabii," demiştim hiç tereddüt etmeden. "Dilediğin vakit gel."
Kim Jongin, bu konuşmamızın üstünden üç gün sonra tıklatmıştı kapımızı. Oysa ben çoktan unuttuğunu sanıyordum. İçeri girip Bay Park'a selam verdiği anlar hâlâ nettir aklımda. Hemen ardından balkona davet etmiştim onu, Bay Park'ın evinin genel kuralıdır, radyo daima balkonda durur. Eğer evin içinde olursa, yeterince kişi duyamazmış hem de sesi çok gelirmiş. Bundan olsa gerek, kuş cıvıltılarını duymak için radyoyu birazcık bile kıssam ilk on dakika göz yumar, ardından şikayetlenmeye başlardı Bay Park. Birlikte radyoda ne varsa dinlerdik: hava durumları, haberler, şarkılar, reklamlar...
Kim Jongin'in geldiği ilk gün ise, önce hava durumu yükselmişti radyomuzdan. Balkona onun için bir sandalye çekmiştim, bundan sonra gelmeye devam edeceğini hissetmişçesine yerini güzelce belirlemiştim. Bir bardak da ıhlamur kapmıştım hemen. Bu evin bir diğer kuralıdır: ıhlamurdan başka içecek geçmez boğazımızdan. Bay Park öyle severdi ki ıhlamuru, kahvaltılarından tut akşam yemeklerine dek içerdi daima.
Kim Jongin'in bu adete uyum sağlaması çok vaktini almamıştı, sıcacık ıhlamuruyla sandalyeye yayılmış bir biçimde bulmuştum onu. Tek isteği dört şeker olmuştu, ıhlamuru pek bir şekerli içerdi Kim Jongin. Hava durumunun bitişiyle beraber başlamıştı parçalar. Kim Jongin, o gün akşama dek balkonda oturmuştu benimle. Ihlamuru bitmeden tazelemeyi unutmamıştım hiç, kaç bardak bitirdiğimizi sayamaz hâle geldiğimizde kalkmıştı. Ve yumuşak sesiyle hoşçakal demişti, Kim Jongin hoşçakal dışındaki veda cümlelerini hiç mi hiç sevmezdi.
Bay Park'ın evinde işlerimiz pek bir monoton yürürdü: sabahları reçelli ekmekler yerdik, bolca ıhlamur içer, bolca da radyo dinlerdik. O daima koyu yeşil koltukta oturur, ben de yaz kış farketmeksizin tünerdim balkona.
İşlerin hep böyle yürüyeceğini sanardım, hatta öyle emindim ki bundan. Fakat hayatıma tüm hızıyla bir Kim Jongin girdi. Kendimi aradım, gülleri bir tek kırmızı sevdim ve ıhlamuruma ben de tam dört şeker attım. Radyoda tek tük çıkan şarkıları ise onsuz dinleyemez oldum. İşte Kim Jongin'in hayatıma ince ince dolanışı böyle başladı.
ayayay çok heyecanlıyım ben yine
biliyorum çok karışık bir giriş oldu ama yemin ederim ki açıklığa kavuşturacağım, deneyeceğim en azından
şimdilik buralar pek bir sessiz fakat siz yine de gülleri kırmızı sevin ama ıhlamuru çok şekerli içmeyin, zararlı çünkü fazlası
bu user okuyan herkesi pek bir seviyor, bu da kalsın bu köşede
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dört şekerli ıhlamurlar ' sekai
Fanfictionmevcut bir savaşın ortasında beni, seni severken görmüşler.