I just want to watch you when you take it off
Take off all your makeup when you take it off
I just want to watch you when you take it off
Take off all your clothes and watch you take them off♥
İçimdeki ağır, baskın ve kasvetli havanın verdiği mide bulantısı ve kıskançlık tohumlarının baş ağrımı hat safhaya çıkarması olduğum yerde kasılmış bir şekilde oturmama neden olduğundan; iki parmağımı şakağıma bastırıp gözlerimi iyice kıstım ve neredeyse görüş açımı sıfıra indirdim.
Yine sahnedeydi, yine en önde; yine baş dansçı ve yine herkesin gözlerini üzerine çekendi. Griye dönük sarı saçlarını sol tarafa doğru yatırıyordu, göğsünü yalnızca bir tül ile kapatıyor gibi gösteren transparan crop; pantolonuyla aynı kumaştan olan siyah ceketi, kalın; vişne çürüğü dudaklarının arasındaki kan kırmızısı gül ve boynundan akmaya başlayan terinin son durağı olan incecik belinin ortasındaki içe göçük göbek deliği ile herkesi geri planda bırakmaya yeminli gibi dans ediyor, kıvrak bedenini sürekli hareket ettiriyor ve günde kaç tane squad yapsam böylesine sahip olacağımı bilemediğim kalçalarını sallıyordu. Pekala yakışıklıydı, gördüğüm en güzel yüze sahipti, siktiğimin dudakları kıskanılacak kadar kalındı ve evet, ten renginin esmerliği onu ilgi çekici kılıyordu. Siktiğim Kore'de hepimiz yeterince beyazdık zaten, öyle ki, artık esmerler dikkat çekiyordu.
Ve bu beni sinir ediyordu.
Her şeyi güzeldi, benim aksime hayatının her yeri çok güzeldi. Duyduğuma göre çocukken Amerika'da yetişmiş; ilkokulda dans eğitimi almaya başlamış ve çok zengin bir aileye sahipmiş. Sonra ailesinin onu özlemesi sonucu Kore'ye dönmüş, dans eğitimine burada devam etmiş ve çok iyi bir üniversiteden mezun olmuş; benim aksime harika bir bölümden mezun olduğu için, işini yapmaya bayılıyormuş ve şimdi hobi olarak dans etmeye devam ediyormuş. Hobi olarak yaptığı bir işte bile en başarılı oluşu içimde bir yerleri çok fena tetikliyordu, psikoloji bölümünden mezun oluşu, bana bitiremediğim üniversitemi sürekli hatırlatıyordu ve o paralarını kazanıp çatır çutur yerken ben hala babamın eline bakıyordum.
Biz, tamamen farklıydık.
Mesela ben Kore'nin en sikik mahallelerinden birinde dünyaya gelmiş, ilkokul ve ortaokulda sınıflarımı zar zor geçmiş; çulsuz olduğumuz için eve para getirme ihtiyacıyla sokaklarda dans etmeye başlamış ve sonra tüm hayatımı buna adamıştım. Üniversitemi dondurmak zorunda kalmıştım, ben de psikoloji istiyordum ama bunun için dil gerekiyordu ve sahiden Japonca'yı bile pek iyi konuşamıyordum; tek gelirim sokak danslarından topladığımız bahşiş olmakla beraber bu kulübe gelip elimden ne gelirse yapıyordum ama yine de, çocukluktan beri istediğim baş dansçı olamıyordum. Asla olamamıştım, olamıyordum ve olamayacaktım.
Çünkü ben, ışıklar kapandığında sahnede ışıldayan; parlaklığıyla insanların gözlerini alan ve herkesin ayakta alkışlayacağı kişi olamamıştım, asla olamamıştım.
Ve bugün, arkadaki herhangi bir dansçı da olmak istememiştim. Katılmamış, seyircilerin arasına girmiş ve öylece oturup onu izlemeye koyulmuştum.
Ben gri olmak istemiyordum, gri olmak, kalabalıklarda beni görünmez yapan en büyük etkendi. Ben artık, keskin bir siyah ya da herkesin gönlünü çalacak bir beyaz olmak istiyordum. Ya ana dansçı olmak, ya da olamamak. Ya en iyisi olarak yaşamak; ya da ölmek.
Ve ben artık bir şarkıda dans etmek değil, dansıma şarkılar yazdırmak istiyordum.*
Bu işkenceye daha fazla katlanamayacağımı anladığımda yerimden fırladım, sanki bir boka yarayacakmış gibi terasa çıkıp sigaramı yakmaktı tek istediğim. Üzerimde dar, siyah bir kot; omuzlarından kesik metallica tişörtü, kalın tabanlı ayakkabılarım ve öylesine omuzlarıma atılmış kot ceketim vardı. boynum kalın zincirlerle doluydu ve ağırlık yapsa, beyaz boynumu çiziklerle kaplasa da onlardan vazgeçemiyordum. Yine, Kim Jongin'in tam tersiydim. O, kumaş pantolonların, şık gömleklerin; pahalı saatlerin adamıydı, benim gibi ucube tiplerle uğraşacak türden değildi. Onun karşısına çıkıp, ben de baş dansçı olmayı hak ediyordum, desem; belki de gülümseyerek haklı olduğumu söyler, benden özür diler ve sonra bir sigara yakıp öylece yüzümü izlerdi. Bunu çok yapardı. Ona ne söylesem, sanki bana acıyormuş ve hiçbir zaman ilgi görmemiş bir çocuk oluşumu fark etmiş; bu onu üzüyormuş gibi beni idare ederdi. Gülümser, sabahları günaydın der; bazen iyi geceler mesajı atıp nasıl olduğumu sorar ve bazen beni gördüğünde elindeki kahvesini elime tutuşturup hayatımın nasıl gittiğini sorardı.
