Yirmi yaşına bastığım gün, hayal dahi edemeyeceğim bir şey oldu. Olağanüstü hatta neredeyse imkansıza yakın bir şey... Hiç beklenmedik bir mektup aldım.
Beklenmedik olmasının yanı sıra garipti de. Çünkü zarfın üzerinde gönderenin adı veya adresi yazmıyordu. Pulu, damgası yoktu. Belli ki gönderilmesi planlanmamıştı ama yine de buradaydı işte. Öğle vakti kapının altından içeri ittirilmiş, davetsiz bir misafir gibi gelmişti evime. Fakat bu mektubu böylesine beklenmedik, bu olayı da böylesine olağanüstü kılan bunların hiçbiri değil; mektubun geçmişten ve asla tahmin edemeyeceğim birinden gelmiş olmasıydı.
Şüpheye yer bırakmayacak şekilde bana hitaben yazılmıştı ve şöyle başlıyordu:
Sevgili Başak,
Sana nasıl hitap edeceğimi çok düşündüm. Mektubu aldığında birbirimizi yıllarca görmemiş olacağız. Değişeceğini tahmin ediyorum. Artık birbirimize hiç benzemiyoruz belki de. Kabul etmem gerek, bu çok garip. Hem seni dünyada en iyi tanıyan kişiyim hem de hiç tanımıyorum sanki.
Durum bundan daha iyi özetlenemezdi herhalde.
Bir bakalım, aradan on bir yıl geçmiş olmalı. On bir yıl yaklaşık dört bin on sekiz gün yapar. Bu yüzden seni özlediğimi söylemeliyim. Yani seni özlememiş olmalıyım, değil mi? Gerçi er ya da geç vedalaşmamız gerektiğini biliyordum. Bir gün herkes büyür. Fakat biliyorsun işte, vedalardan hoşlanmıyorum. Sen de hala hoşlanmıyorsundur herhalde. Vedaları kim sever ki zaten?
Kimse sevmez. Ben de hala sevmiyorum.
Şu anda nasıl göründüğünü merak ediyorum. Çünkü artık tam yirmi –YİRMİ!- yaşındasın. Bu inanılmaz! Umarım saçındaki renkli boncuklar hala duruyordur. Çünkü onları bin yıl boyunca takacağımıza söz vermiştik –ve şey, daha sadece on bir yıl oldu. Yani onları dokuz yüz seksen dokuz yıl daha takman gerekiyor, biliyorsun.
Ah, o aptal boncukları unutmuşum. Saçlarımı öyle ağırlaştırırlardı ki teller kökünden kopuverirdi. Annem nasıl kızardı bana.
Umarım pembe gözlüklerin de hala duruyordur. Çünkü onları seviyorum, seviyoruz.
'Seviyoruz' kelimesinin, beni ikna etmeye çalışıyormuş gibi vurgulanmasına elimde olmadan güldüm. Elbette o gözlüklerden yıllar önce kurtulmuştum.
Matematiği de hala seviyorsundur umarım.
Kesinlikle sevmiyorum. Lise matematiğiyle tanışsaydın, sen de sevmezdin. Güven bana.
Sana yazma nedenime gelirsek... Geçen hafta kötü bir şey oldu. Çok kötü bir şey.
Gülümsemem geldiği hızla kayboldu. Boğazıma takılan yumru yutkunmamı zorlaştırıyordu. Ne olduğunu gayet iyi biliyordum. Ama o satırları okuyup bununla yüzleşmeye hazır değildim, o kısmı atladım.
Evin tavan arasında sürekli ölü kelebekler bulurduk, hatırlıyor musun? İlk seferinde tam anlayamamıştık durumu. Kelebeklerin uyuduklarını, uyanınca tekrar uçabileceklerini sanıyorduk. Annem dokunmamamızı söylediğinde bu yüzden dinlememiştim onu. Dokunmamla birlikte güzelim kanatları paramparça olmuştu. Parmaklarıma yapışan toz ve kelebeğin dağılan kanatları o kadar kötüydü ki ağlamaya başlamıştım. Onu öldürenin ben olduğumu düşünmüştüm. Ağabeyim benimle sulu göz diye dalga geçince babam ona çok kızmıştı.
Ah, evet. O günü oldukça net hatırlıyordum. Berbattı.
Annem kelebeğin zaten öldüğünü, benim suçum olmadığını söylemişti. Ama geri döndüğünde kanatlarının olmayacak olması benim suçum deyince de, "Tatlım bu önemli değil, artk kanatlarına ihtiyacı olmayacak. Gittiği yerde onlarsız da uçabiliyor." diye cevap vermişti. Bu, bizi daha fazla üzmüştü. Daha çok gözyaşı dökmüştük. Epeyce çok.
