01

98 5 2
                                    

Nastya

   Bir kez öldükten sonra bunun o kadar da kötü bir şey olmadığını anlıyorsunuz.

   Ben bir kez öldüm de oradan biliyorum.

   Ama ölümden korkmuyorum artık.

   Kalan her şey korkutuyor beni.

   Ağustosta Florida deyince akla üç şey gelir: sıcak, boğucu bir nem ve okul. Okul. İki yıldır okula gitmiyorum. Tabii mutfak masasında, başımızda anneniz, evde eğitim saçmalığını saymazsanız; ki bende saymıyorum zaten. Bugün cuma. Son sınıf pazartesi başlıyor ama ben hala kayıt yaptırmadım. Bugün de gitmezsem pazartesi sabahı bir ders programım olmayacak ve öğrenci işlerinde boş boş beklemem gerkecek. Daha ilk günden okula geç giden öğrenciye herkesin işi gücü bırakıp ters ters baktığı ucuz bir seksenler filmi sahnesine malzeme olmaya hiç niyetim yok. İleride nasıl olsa kötü sahneler yaşanacak; şimdiden hakkımı burada kullanmak istemiyorum.

   Teyzemle birlikte Mill Creek Lisesi'nin otoparkına çekiyoruz. Burası da diğerlerinden farksız. Ruhsuz duvar rengive tabelada yazan ismin dışında, en son gittiğim okulla aynı neredeyse. Margot -ki kendini yaşlı hissediyormuş diye  Teyze kısmını bilhassa yasakladı- bindiğimizden beri bangır bangır çalan radyoyu kapattı. Neyse ki yol çok uzun değildi; yoksa yüksek sesler beni fena geriyor. Ama sesin kendisi değil beni sinir eden; sadece yüksek olması. Çünkü gürültü olduğunda diğer sesleri duyamıyorsun ve asıl duyulması gereken de o diğer sesler işte. Ama arabada olduğumuz için ve kendimi arabaların içinde güvende hissettiğim için bu kadarını duymazdan gelebiliyorum. Dışarısı? Orası başka bir hikaye işte. Dışarıda kendimi hiçbir zaman güvende hissedemiyorum.

   "Buradaki işimiz bitince anneni aramamız gerekiyormuş," diyor Margot. Bazen bana, annemin tek işi, olmayacağını bildiği şeyleri istemekmiş gibi geliyor. Evet, bir telefon beklemek onun hakkı denebilir, ama bu, o telefonun edileceği anlamına gelmez. "En azından mesaj atarsın. Beş kelimecik. Kayıt tamam. Her şey yolunda. Bugün iyi günümdeyim dersen sonuna şu gülen suratlardan bile ekleyebilrsin."

   Yolcu koltuğundan ona bakıyorum. Margot annemin bir küçüğü, ama aralarında rahat on yaş var. Ve her açıdan annemin zıttı. Yüzleri bile benzemiyor, ki bu, bana da benzemediğini gösterir, çünkü ben annemin birebir kopyasıyım. Margot'nun saman sarısı saçları, mavi gözleri ve hastanede gece çalışıp gündüz havuz başında uyuklamaktan bir türlü açılmayan bronz bir teni var. Benimde tenim soluk beyaz, gözlerim koyu kahve, saçlarım uzun, dalgalı ve de siyaha en yakın bir siyah. O, güneş yağı reklamlarındaki kadınlara benziyor. Bense bu halimle ancak cenaze levazımatçılarının sektörel dergilerinde boy gösterebilirim. Bizi yan yana görenler akraba olduğumuza inanmazlar, ama hayatımla ilgili, elle tutulur birkaç gerçekten biri bu.

   Şimdi, beni annemin gönlünü almaya ikna edememiş olsa da, en azından içime kurt düşürmeyi başarmış olmanın gururuyla ukala ukala sırıtıyor karşımda. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın -ki beni ne kadar uğraştırdığı için ondan ara sıra nefret etmiyorda değilim- Margot'yu sevmemek mümkün değil. Beni yanına, gidecek başka yerim olmadığından değil, başka kimsenin yanında yapamayacağımı bildiğinden aldı. Neyse ki okul başladıktan sonra aynı saatlerde evde olamayacağımız için beni fazla görmek zorunda kalmayacak.

   Ama yine de, düşünüyorum da, onun gibi otuzlu yaşlarının başında, bekar bir kadının, benim gibi asık suratlı, sevimsiz bir yeniyetme kızı evine kabul etmesi her türlü övgüye değer bir davranış. Ben olsam yapmazdım; ama ben zaten iyi bir insan değilim. Beni en çok seven insanlardan köşe bucak kaçmamda bu yüzden belki. Yalnız olabilseydim olurdum. Hem de seve seve. Etrafımdakilere her şey yolundaymış gibi yapmaktansa yalnız kalmayı tercih ederim. Ama bana böyle bir şans vermediklerine göre, en azından beni diğreleri kadar sevmeyen biriyle razıyım. Margot'ya minnettarım. Bunu ona hiç söylemedim. Başka hiçbir şey söylemedim zaten. Hem de hiç.

Her Şey Bitti DerkenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin