"Neden ölmek istediniz?"
diye sormuştu ihtiyarlara Çagatayev.
"Ruhumuz uyuştu yaşamaktan," demişti Sufyan, "kemiklerimiz kurudu, büküldü, damarlarımız büzüştü: Gerinmek istiyor bu kemikler, bırak yağmur ıslatsın, rüzgar kurutsun, solucanlara yem olsunlar - mani olmayayım artık onlara ... ".*・。゚
Oyun başına ne kadar alıyorsun, diye sorsalar bana, hiç düşünmeden yanıtlardım.
"Saat başına acı ve kaos desek... Her birini yirmi sekiz yıla çarptın mı, ömrüm boyu yetecek kadar vicdan azabım var."
Tabii adam akıllı düşünüldüğünde, işin içine monotonluğun ve kısır döngünün -ufak dahi olsa- bir rol üstlendiği o bıkkınlık hissini de karıştırmalıydım. Bu yalnızca düz hesaptan ibaretti. Fakat kimse bana bu suali yöneltmeye cesaret edemiyordu, ya da bu suali işitebileceğim kimseye sahip değildim. Her iki şekilde de ortada bir yoksunluk söz konusuydu. Bana beni sorgulama şansını tanıyacak, özeleştiri denen kavramı yıkıcı bir saldırıya evirmeme izin dahi vermeyecek birinin yokluğundan bahsediyorum. Oyun başına kaç mangır aldığımı düşünmeden evvel, senaryosunda huzursuzluğun yer almadığı hangi oyunun başrolünü üstlenmem gerektiğini sorgulayacak birinin yokluğundan. Vakti geldiğinde o kişiden de kaçardım belki, fakat şimdilik bunu ummaktan başka çarem yokmuş gibi hissediyordum.
Neyse, neyden bahsettiğimi benim bile anladığımdan şüpheliyim zaten.
Sabahın en tez vakitlerinde, martılar henüz klişeleşmiş yollarına koyulmadan, kargalar kendi pisliklerini yemeden evvel uyandım, -ki kargaların kendi pisliklerini kahvaltı niyetine gömecek kadar aptal olduklarını düşünmüyorum- bu vakitlerde, kafamın içinde ben adındaki derin umut denizinin kayalıklarında sonsuz kadar kulaç attığım gerçeğinden daha berrak bir düşünce bulmak mümkün değildi. Zira dinmek nedir bilmeyen yalnız bu düşünce, tüm ruhumu sarıp sarmalayıp yavaşça ruhuma salınan yalnız bu düşünce tüm günümü berbat edecek o melankoliyi sinirlerime değin dağıtabilir, yirmi dört saat sürecek bu çirkin rutini yabancılığı ile süsleyebilirdi. Bundandır ki huysuzluğun en şiddetlisini ifademde taşıyarak yataktan kalkıyor olmam dışında rutinimin hiçbir ilgi çekici ve fiyakalı bir yönü yoktu.
Aynadaki yansımamda omuzlarıma değin uzanan kapkara saçlarıma baktım. Yastık ve yorganın gazabına uğrayan, irice bir çalılığa dönüşen zifir siyahı saçlarım vardı. Yüzüm gözüm şişmişti. Dudaklarım iki kat dolgun, gözlerim iki kat çekik hale gelmişti...
Hayatım klişeler üzerine kurulu olsa bile uyanır uyanmaz kendimi acı bir kahvenin kollarına atmaktan hiçbir şekilde haz etmezdim, mide ağrım baş göstermeye başlardı. Ki, kafeine karşı büyük ve saçma bir bağışıklığım vardı; Fincanlarca sade kahveye vursam da kendimi asla ve katiyen uykumdan olmaz, içimi sıcacık eden sıvı ile oturduğum kanepede bir kedi gibi mayışmaya başlardım. Kimisi bu yanıma hayran kalır, kimisi ise hâlime derman arardı; benim içinse hiçbir anlam ifade etmezdi. Çünkü diyorum ya, kahve bende mide ağrısı yapıyordu- Daha sonra ise dairemin bulunduğu eski apartmanın çaprazında kalan, adını tuhaf puntosundan dolayı hiçbir zaman anlayamadığım ufak pastanenin sıska, geveze fırıncısı ile ayaküstü birkaç laf edebilmek adına evden tez vakit ayrıldım ve cebimdeki tüm bozukluğu o günün gazetesi ile fırından yeni çıkan vişneli çöreklere bıraktım.
Apartmanımda yalnızca gri ve siyah kuşanmış mutsuz insanlar yaşıyordu. Ben de ayakkabılarımı çıkarmadan evvel burnumun hizasına hüznümü doluyordum ki yan komşumdan aptal aptal sırıttığım için dayak yemeyeyim.
Henüz içinde boğulamadığım hisler, tanımaya fırsat bulamadığım insanlar, öpmeye eğilemediğim eller, paramparça edemediğim kalpler, misafir olamadığım daireler, kestirmesini keşfedemediğim patikalar var iken hayatımda, tüm günümü anlamsızca dolanıp durarak ziyan ediyor olmam beni aptal ediyordu. Ve bu sınırsız keşkeler silsilesi, kendi kuyruğunu ısıran bir çember şeklindeki yol boyunca uzayıp gidiyordu. Aslında ben, tüm hislerin ve patikaların, tüm parmakların ve insanların sonundaki bu trajikomik sahnenin; bu anonim komedyanın sahte tahtının varisiydim. Dünyaya, hiçbir hadiseyi umursamamak ile görevlendirilmiş ebedi acıya mahkum bir soytarı olarak gelmiştim. Bu sebeple kan çanağı gözlerimin ve bir kırmızı ip misali yüreğimin, beni kendi kaderimden başka hiçbir yüreğe bağlamayışı ya da keşke ile başlayan umut dolu cümleleri ısrarla diretmiyor oluşum o kadar koymuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
[oneshot] tuesday morning, taekook
FanfictionYalnızca bedeni verimsizce besleyen ve beni yaşatan besini unutabilirim ama beden ve ruhu besleyen adınızı unutamam; o ad ki her ikisini de öyle bir tatlılıkla dolduruyor ki, Sizi düşünmekten vazgeçemediğim sürece ne ızdırap ne ölüm korkusu duyumsay...