ölmek isterdim sana sarıla sarıla

81 14 7
                                    


linkin park - one more light.

her sabah olduğu gibi bu sabah da erken kalktı. saate bakmak için telefonunu eline aldı. saat daha 10.00 bile olmamıştı oysaki. yüzü düştü. onun için, hiçbir anlam ifade etmeyen bu hayata erkenden uyanıp, günü uzun uzadıya yaşamak oldukça acı verici ve saçmaydı. ama ne yazık ki böyle düşünmesine karşın sürekli erken uyanıp, ona verilen bir cezaymışçasına günlerinin hep aynı şekilde akıp gitmesine izin verirdi. düşüncelerini güç bela aklından attıktan sonra ruhunun bile bir yük olduğu, ufacık bir harekete bile mecali olmayan bedenini doğrulttu yataktan. oturdu bir süre, öylece oturdu. bir şey yapmadan, göz bile kırpmadan. bakışları duvarda hemen yanında asılan takvime kaydı. bugünün tarihi özenle işaretlenmişti. kocaman, kırmızı ve düzgün çizilmiş bir dairenin içerisine alınmıştı yaklaşık bir yıl önce. kafasını önüne eğdi; ellerine, avuçlarına ve parmaklarına bakıp gülümsedi bir süre. bu gülümseme farklıydı öncekilerinden. buruktu, yarımdı, içten değildi. akmak için hazırda bekleyen damlacıkların önüne kurulmuş hayali bir surdu bu silik tebessüm. çok uğraştı bu tebessümü yıkmamak için. kısacık bir zaman diliminde bile ne savaşlar vermişti sol gözünde biriken yaş yanağını ıslatmasın diye. tahmin ettiği gibi tutamadı, başaramadı. yanaklarından akan yaşlar bugünün en acı verenlerden biri olduğunu hatırlatmak ister gibi üçer beşer akıyordu yanaklarından çenesine.

tek eliyle destek almaya çalıştı yataktan. kalkmalı ve hazırlanmalıydı. ziyaret etmesi gereken, onu bekleyen biri vardı. bunun düşüncesi ile derin bir nefes aldı. sonunda başarabilmişti. kalkabilmişti ama her adımında kemikleri batıyordu tenine. her nefesi ciğerine ulaşamadan terk ediyordu onu. kalbi ise bozuk ve yıllanmış bir robot gibi soğuktu, atmayı bıraklı çok olmuştu. usul usul ulaştı lavaboya, titreyen ve yer yer kızarıklara sarılmış eli ile açtı musluğu. gidere doğru koşup giden su ile bakıştı bir süre. elleri soğuk suyla buluştuğu zaman ölüden hallice bir vaziyette olan bedeni kasıldı. dağılmamak adına sert sert vurdu suyu yüzüne. e biraz da tişörtü ıslanmıştı hâliyle.

odasına doğru ilerlenken, evin içerisindeki hafif esinti tişörtündeki ıslaklıklara çarpıyordu. bu, sanki hiç üşümüyormuş gibi daha da buz kesmesini sağlıyordu bedeninin. gerçi onsuz geçirdiği hiçbir saniyede de ısınmamıştı ya. bunları zihninde misafir ettiği dakikalarda çoktan dolabının yanına ulaşmıştı bile. kaplumbağaları dahi usandıracak bir yavaşlıkla araladı kapakları. işte oradalardı. onu elinden alıp götüren gün giydiği kıyafetler, güzel ve ütülü bir şekilde karşısında duruyordu. hatırladıkları ile içini binbir türlü kurt kemirmeye başlamıştı çoktan. belki de ellerinin zangır zangır titreyişi bu yüzdendi.

alt dudağını hafifçe dişleyip kavradı giysilerini. artık onlardan nefret ediyordu, çünkü gözünde hep hatırlamaktan ölümüne kaçtığı hatıralar beliriyordu. bu sefer hızlıca diğiştirdi üzerini. zaman kaybetmenin lüzmu yoktu. bir an önce bekleyeni ile buluşmalıydı. aksi takdirde onu yalnız, bir başına ve hediyesiz bir şekilde bırakmak istemezdi. bugün onun doğum günüydü sonuçta. mutlu olmayı herkes kadar o da hakediyordu. fakat kendisinin hakettiğinden pek de emin değildi. uzun zamandır kendini suçluyordu ve kendince de haklıydı. biraz daha dikkatli olsaydı, uğurböceklerinin kanat çırpışlarını izlediği gibi, tek gözünü kısıp çimene uzandığında, bulutların hareketlerini takip ettiği gibi onu da aynı dikkat ile izleseydi eğer.. o şu anda yanında olur muydu hâlâ? belki de. ama kader bu değil mi? kader her ne olursa olsun, ne şekilde olursa olsun yazılanın yaşanması değil mi? eninde sonunda yine aynı çıkmaz yola çıkıp, gözyaşlarını akıtmayacak mıydı çatlak beton aralarına? elbette. ve gözyaşlarından birer papatya büyüyecekti, o ise herbirini koparıp izin verecekti tapılası kokularını bırakmalarına.
...
asırlar gibi geçen dakikalar içerinsinde de giyinme işini halletmişti. artık sadece yol üzerindeki her sene uğradığı çiçekçiye, çok değil, hemen hemen bir sene önce onunla birlikte uğradığı çiçekçiye gitmek vardı. aynaya bakmadan çıktı odasından, biliyordu çünkü. baksa yine onu görecekti gözbebeklerinin yansımasında. bir cebine telefonunu, bir cebine de anahtarını attı. artık hazırdı. üzerindeki kıyafetler o kadar ağır geliyordu ki süzülmüş bedenine, adım atacak gücü bile bulamıyordu kendinde. her şeye rağmen çıktı evinden. sonunda yine acı çekeceğini bile bile, günlerce tekrardan ağlayacağını ve sesi kısılana kadar onun adını sayıklayacağını bile bile. yine de çıktı o evden. caddeyi adımlıyordu şimdi. onunla bisiklete binmeyi öğrendiği, akşama kadar yollarında yürüdüğü, ilk elele tutuştukları, ilk öpüştükleri caddeyi adımlıyordu. tüm bunlar öylesine yabancıydı ki artık. gerçekliklerini hatırlayamıyor, hepsinin birer rüya olduğunu düşünmekten alıkoyamıyordu kendini. çiçekçiye kadar uzanan yolda bu gibi şeyler düşünerek yürüdü uzunca. bir ara saatine bakmıştı. akrep ve yelkovan 12'ye az bir vakit kaldığını haber veriyordu.
...
önündeydi. dikilmiş bekliyordu öylece. hareket edemiyordu sanki ve tüm vücudu kaskatı olmuştu kapı kolunu kavradığında. titrek bir nefes ve ani bir adım ile daldı içeriye. birer çocuk misali çiçekleriyle ilgilenen yaşlı adam gülümsedi. gülümsedi çünkü biliyordu Baekhyun'un bugün buraya neden yalnız geldiğini. Baek yarım saniye düşündü,
karşılığında gülümseyecek miydi? sanırım bunu yapamazdı, yapmadı da zaten. beceremedi daha doğrusu. unutmuştu herhalde nasıl yapıldığını. az ileride duran papatyalara takıldı iki tatlı ay parçası. küçük parmakları ile uzandı, hemen hemen her yeri çatlamış iki kiraz tanesi aralandı. boğazındaki yumru sanki ses tellerine sarılmıştı. asla bırakmamaya yeminliydi. ne kadar gayret etse de ilk birkaç saniye bir kelâm dahi söyleyemedi.
"bir tane alabilir miyim, lütfen?"
işte başarmıştı, daha fazla uğraşmamak adına kapattı dudaklarını. yaşlı adam bu gencin yıpranmış hâlinin sebebini iyi bildiğinden, usulca başını salladı ve aynı şekilde onu onayladı. güzelce hazırladığı tek dal papatyayı uzattı oğlana. şimdi bu çiçeği almalı ve kısa bir süre de olsa yüreğinde taşımalıydı. tıpkı onu da taşıdığı gibi. eli tüy gibi havalandı ve kaptı papatyayı. eğilerek selam verdi bu defa da. veda vaktiydi. masaya iliştirdiği paranın ardından seri ama sessiz adımlarla ayrıldı dükkandan. asıl yolculuk ise şimdiydi.

minik elleriyle kavradığı papatyaya benzetti kendini. ruhu sevdiğinin elleri arasındaydı, papatyanın ruhu ise kendisinin. ikisi de bir tutam nefes, bir saliselik yaşam için bir şeye, birine tutunmaya çalışıyordu. şimdi az bir yol kalmıştı buluşma yerine. kalbi maraton koşusundan dönmüş gibi hızlı atıyordu. öylesine hızlı atıyordu ki, sanki dışarıdan görülüp duyuluyor sanıyordu.
yavaş yavaş adımladı yolları, diğer insanların dikip yetiştirdiği çiçeklerin arasından geçti. yavaş yavaş adımladı toprağı ve ulaştı sevdiğinin yanına. titrek bacaklarını kırıp diz başlarını toprakla buluşturdu. bir eli sıkı sıkıya papatyasını sıkarken sanki onu da kaybetmekten korkuyor gibiydi. diğer eli ise okşadı toprağı, aynı onun saçlarını okşadığı zamanlarda olduğu gibi. iki tatlı ay parçası, bu sefer işlemeli ve yazılı olan taşa kaydı.

"Park Chanyeol"
  "1998-2019"

içten içe dudaklarını kemirmeye başladı. ağlamamalıydı, ağlarsa eğer güçsüz görünecekti. bu isteyeceği son şeydi. yine de dayandı. eli hâlâ topraktaydı ve usulca yanaştı mermerin yanına. yanağını yasladı önce, sonra mermer ile buluştu göz yaşları. sesi çıkmıyordu. ses telleri kopmuştu o gittiğinde. artık hıçkırıkları arasında nefes alacak gücü bulamayıncaya kadar ağlamıştı belki de o mermerin başında. omuzları sarsıla sarsıla, hıçkırıkları kuş cıvıltılarına, yaprak hışırtılarına karışa karışa... zaman geçtikçe içindeki yangın büyüyordu fakat göz yaşları bile yetmiyordu söndürmeye. güçlükle kaldırdı solgun yüzünü. göz yaşlarının biriktiği su birikintisinden ayrıldığı vakit yanağında toplanan sıcaklığa hafif, tatlı bir esinti çarptı. ürperdi, ama neden bilmiyordu. onsuzluğun soğukluğundan mı, yoksa rüzgârın mı?

Diz çöktüğü toprak parçasından yavaşça kalktı ve buz gibi olan mermerin kenarına oturdu. Bir eli mermerde yazılı olan isimde turlarken, diğer elinin yumruğunu sıkı sıkı sıkmış, kucağında bekletiyordu. Derin bir nefes çektiği sırada gözleri havadaki bulutlarda gezinip, birinden birine atlamakla meşguldü. Aynı Yeol'ün gülüşü gibi saf, temiz ve fazlasıyla güzel göründüklerini geçirdi aklından.

Kendini toparlayıp dudaklarını araladı. Sesinin titrememesi bir mucizeydi kendi gözünde.

"Merhaba sevgilim. Ben geldim, senin için doğum gününü, benim için ise benden gidişini, ruhumu ikiye bölüşünü kutlamaya geldim. Sık sık ziyarete geliyorum seni ama bu sefer yanımda yeni bir misafir getirdim. Bir papatya kaptım geldim yanına. Biliyorum çünkü senin en sevdiğindir.
Bak aynı o gün gibi, beni bıraktığın zaman giydiklerimi giydim. O gün belki de onbeş farklı şey denemiştim sana hoş gözükebilmek için. Ah, neyse.. Benim hakkımda değil, senin hakkında konuşacağız doğum günü çocuğu. Biliyorum, bu gün tam 1 sene oldu ve bu senin için uzun bir süre olabilir ama ben sana hâlâ çok kızgınım. Hani beni hiç bırakmayacaktın? Hani yetmiş yaşına da gelsen takma dişlerin ve kepçe kulaklarındaki işitme cihazları ile sana yaptığım pastaları üfleyecektin?"

Gülümsemesi ve sahte küçük kahkahalarına rağmen sesindeki hafif titreme, o neredeyse fark edilemeyecek kadar küçük olan kırıklık aslında içinde dizginlemeye çalıştığı büyük fırtınaların, acımasız tufanların görünen, minicik bir tarafıydı. Bunu asla belli etmek istemiyordu. Ama konuşmasını sürdüremedi gitti bir türlü. Evet ağzı açık, dudakları aralıktı ama şu kelimeler neden bir türlü çıkmak bilmiyordu?

Yutkundu derince, gülümsemesi solmaya başladı, gözlerinden yeni seller akmaya başlamadan hemen önce eğdi başını ki eğene kadar da kucağındaki elini bu denli sıktığını farketmemişti. Mermerdeki parmaklar ise güç bulmak ister gibi sıkıyordu bulundukları yeri. Bembeyaz yanaklarından yaşlar süzülürken birkaç şey mırıldanabildi sadece.
"ben.. d-dayanacak gücüm kaldı mı? inan bilemiyorum. t-tek bildiğim, seni özledim. hem de çok özledim.. bana geri dön, yalvarırım.."
bunlar gibi bir sürü cümle birbirini kovaladı ama duramıyordı. her kelimede sesi daha da kısılıyor, omuzlarında yeni zelzeleler doğuyordu.
"yanına gelmek istiyorum ama korkuyorum. acı çekmekten değil, buradaki hatıralarımızı kaybetmekten korkuyorum sevgilim.

lütfen beni de anla, hasretimden saçmalamaya başladım değil mi? sana her ziyaretimde sümüklü bir Baekhyun gösterdiğim için özür dilerim."

retrouvailles ;; chanbaek one shotHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin