Olağanüstü Bir Gece

1.2K 22 2
                                    

        Aşağıdaki notlar, 1914 sonbaharında Rava-Ruska'da bir Avusturya hafif süvari alayıylakatıldığı çarpışmalarda şehit düşen Baron Friedrich Michael von R.'nin yazı masasındamühürlenmiş bir paketin içinde bulunuyordu. Ailesi sayfalara üstünkörü bir göz gezdirip, birde başlığına bakarak bu yazılarda sadece akrabalarının edebi bir çalışmasının söz konusuolduğuna kanaat getirince, notları gözden geçirmem için bana verdiler ve yayımlanmasını dabenim takdirime bıraktılar. Bense bu sayfaları düş gücünün bir ürünü olarak görmedim;aksine müteveffanın gerçekten yaşadığı, bütün ayrıntılarıyla gerçekliğe dayanan bir olayolduğuna inanarak, tüm çıplaklığıyla ortaya koyduğu ruhsal hikâyesinde herhangi birdeğişiklik ve ilave yapmadan, sadece ismini değiştirerek yayımladım:Bu sabah aklıma birden o olağanüstü gecede yaşananları, bütün olan biteni bir kez dedoğal akışı içinde düzenlenmiş olarak görebilmek amacıyla kendim için yazmak geldi. Oandan itibaren de içimde, olayların sıra dışılığını yaklaşık olarak bile betimleyemeyeceğimdenkorksam da, o macerayı kâğıda dökmek için tarif edilmez bir dürtü hissediyorum. Sanatsalyetenek dedikleri beceriden yoksunum, edebiyat alanında hiçbir deneyimim yok, Theresianumiçin kaleme aldığım daha çok mizahi yanı ağır basan bir iki denemeden başka yazınsal hiçbirgirişimim olmadı. Örneğin, dış dünyada olup bitenlerin insanın içindeki yansısını eşzamanlıolarak sıralamak için öğrenilebilecek özel bir teknik olup olmadığını bile bilmem. Ayrıcaanlama uygun olan sözcüğü bulup, sözcüğe uygun olan anlamı verip veremeyeceğimi veböylece, ne zaman gerçek bir yazarın elinden çıkanları okusam her defasında bilincinevarmadan hissettiğim o dengeyi yaratıp yaratamayacağımı da hep merak etmişimdir. Ne var kibu satırları zaten sadece kendim için yazacaktım ve kendime bile tam açıklayamadığım birşeyleri başkaları için anlaşılır kılmak gibi bir niyetim hiç yoktu. Aslında bu bir anlamda,kafamı sürekli meşgul ederek içimde sancılı bir kabarmaya yol açan bir olayla nihayethesaplaşmak, onu yerli yerine oturtmak ve her yönden incelemek için giriştiğim birdenemeydi.Yine meselenin esasını anlatamayacağım kaygısıyla bu durumdan hiçbir arkadaşıma sözetmemiştim, bir de böylesi rastlantısal bir olayın beni bu denli altüst etmiş olmasından dolayıbelli bir utanç duyuyordum. Ayrıca yaşadıklarımın pek büyütülecek bir yanı da yoktu. Oysaşimdi aklımdakileri kâğıda geçirdiğim sırada doğru sözcükleri seçmenin deneyimsiz biri içinne kadar zor olduğunu ve en basit kavramın bile ne denli yanlış anlaşılma ve çift anlamlılıkolasılıkları taşıdığını ayrımlamaya başlıyorum. Başımdan geçenlerin "büyütülecek" bir yanıolmadığını belirtirken bunu elbette halkların ve insanların kaderlerini etkileyen ağır dramatikolaylarla karşılaştırarak görece anlamda söylüyorum, bir de bütün olay en fazla altı saatlik birzaman dilimini kapsadığı için zamansal anlamda. Fakat bu esasen önemsiz, küçük olaysonuçta benim için o kadar etkileyici oldu ki, o olağanüstü gecenin üzerinden dört aygeçtikten sonra bugün bile hâlâ içimi kor gibi kavuruyor ve yüreğimdeki o duyguyukoruyabilmek için bütün ruhsal güçlerimi yoğunlaştırıyorum. Her gün, her saat bütünayrıntılarını zihnimde tekrarlıyorum, çünkü bir anlamda tüm varlığımın dönüm noktasıhaline geldi, ben fark etmeden yaptığım ve söylediğim her şeyi belirliyor, düşüncelerimdesürekli bu olayın ansızın ortaya çıkışını tekrarlamakla ve bu yolla onu kendime mal etmeklemeşgulüm. Ve şimdi, on dakika önce kalemi elime aldığımda bilincine varmamış olduğumşeyi de aniden kavrıyorum: Bu olayı kâğıda geçirmemin tek nedeni, onu bir kez daha nesnelolarak saptanmış biçimde karşımda görmek, bir kez daha tüm duyularımla tadını çıkarmak veaynı zamanda zihinsel olarak içselleştirmek. Daha önce kâğıda dökerek bu olaylahesaplaşmak istediğimi söylemem son derece yanlış, gerçeğe uymayan bir şey; aksine,istediğim çok hızlı yaşanmış bu deneyimi daha da canlı bir hale getirmek, onu defalarca vedefalarca kucaklayabilmek için yanımda sıcak ve soluk alır halde tutmak. Ah, o sıcak öğlesonrasının, o olağanüstü gecenin tek bir saniyesini bile unutmaktan korkmuyorum;hafızamda o anlara varan yolu adım adım katetmek için ne bir işarete ne de kılavuzaihtiyacım var, bir uyurgezer gibi ister gecenin ister günün ortasında olsun, istediğim zaman onoktaya geri dönebiliyorum ve her bir ayrıntıyı sığ bellekten değil de, sadece yürektengelebilecek bir berraklıkla görebiliyorum. İlkbahar yeşilliğine bürünmüş olan doğadaki herbir yaprağın şeklini kâğıda dökebilirim, şimdi sonbaharda bile kestane çiçeklerinin tozlu,yumuşak kokularını hissedebiliyorum; yani o saatleri bir kez daha hayal ederken bunu onlarıkaybetme korkusuyla değil, tekrar kavuşma sevinciyle yapıyorum. Şimdi o gece olanları tambir akış sırasıyla hayalimde yeniden canlandırdığımda, düzeni bozmamak için kendimitutmak zorundayım, çünkü daha ayrıntıları düşünmeye başlar başlamaz tüm duyularımla biresrime haline geçiyorum, bir tür sarhoşluğa kapılıyorum ve o rengârenk sarhoşluğun içindebirbirlerine karışıp yitmemeleri için hafızamdaki görüntüleri tasnif etmek zorunda kalıyorum.Kendime öğle vakti bir fayton kiraladığım o günde, 7 Haziran 1913'te geçen o macerayı hâlâateşli bir tutkuyla yeni baştan yaşıyorum...Fakat bir kez daha hissediyorum ki, bir ara vermeliyim, çünkü tek bir sözcüğün bile nekadar çok anlama gelebileceğini, nasıl zıt yönlere çekilebileceğini fark edince korkuyorum.Şimdi, ilk kez bütünlük içinde bir şeyler anlatmaya kalktığımda, hareket halindeki yaşayanbir şeyi derli toplu bir halde saptamanın ne kadar zor olduğunu ancak fark ediyorum. Azönce ben, 7 Haziran 1913 günü öğle saatlerinde bir fayton kiraladığımı yazdım. Fakat bundabile şimdiden bir belirsizlik var, çünkü üzerinden henüz dört ay geçmiş olmasına rağmen benepeydir o 7 Haziran günündeki ben değilim artık, oysa hâlâ o zamanki "bana" ait olan yazımasasının başında oturuyorum, o benin kalemiyle ve onun eliyle yazıyorum. O zamanki"ben"den, tam da bu olay nedeniyle tamamen koptum; artık ona dışarıdan, soğuk ve yabancıbir tavırla bakıyorum ve onu, hakkında pek çok esaslı şey bildiğim, ama yine de benimdışımda kalan bir oyun arkadaşı, bir iş arkadaşı, bir dost olarak tasvir edebilirim. Birzamanlarki "ben" olduğunu hiçbir şekilde hissetmeden onun hakkında konuşabilirim, onueleştirebilirim veya yargılayabilirim.O zamanlar ben olan kişi, iç ve dış görünümü bakımından ait olduğu toplumsal sınıfın,yani biz Viyanalıların özellikle gururlanmadan, olağan bir durumu ifade edercesine "seçkintabaka" diye adlandırdığımız sınıfın çoğu üyesinden pek farklı değildi. Otuz altı yaşımagirmiştim, annemle babam erken ölmüş ve tam reşit olduğum sıralarda bana bir servetbırakmışlardı; o andan itibaren para kazanma ve kariyer kavramlarını benim için tamamengereksiz hale getirecek kadar yüklü bir servetti bu. Böylece beni o zamanlar çokendişelendirmiş olan karar verme baskısı beklenmedik biçimde üstümden kalkmıştı. Tam osıralarda üniversite eğitimimi tamamlamış, gelecekteki mesleğimle ilgili bir seçim yapmanoktasına gelmiştim. Aile serveti tek vâris olarak bana kalıp da hiç çalışmadan yaşayacağımbir bağımsızlığı, hem de isteklerimi geniş bir yelpazede, hatta lükse varan ölçülerdegerçekleştirecek biçimde garanti ettiği sırada yapmak üzere olduğum bu seçim, aileilişkilerimiz sayesinde ve benim yükselme hırsından uzak, daha ziyade maneviyata dönükyaşama eğilimime bakıldığında bir devlet hizmetinden yana olacaktı muhtemelen. Hırsdürtüsüne hiçbir zaman sahip olmamıştım zaten; ben de önce birkaç sene yaşamı karşıdanizleyip kendime bir etkinlik alanı seçme çekimini hissedene kadar beklemeye karar verdim.Fakat bu izleme ve bekleme durumundan öteye geçemedim, çünkü olağandışı bir tutkumolmadığından isteklerimin dar çerçevesinde her şeyi elde ediyordum; zarif ve haz dolu Viyanakenti, başka hiçbir kentte mümkün olmayacak biçimde gezintilere çıkmayı, hiçbir şeyyapmadan izlemeyi, şık giyinmeyi neredeyse sanatsal anlamda bir bütünlenme, bir yaşambiçimi haline getirdiğinden bana gerçek bir uğraş edinme niyetimi tümüyle unutturdu. Soylu,varlıklı, zarif, yakışıklı ve üstelik herhangi bir hırsı olmayan genç bir erkeğin tümdoyumlarına sahiptim, ava çıkmanın ve kumar oyunlarının tehlikesiz heyecanı, gezintilerinve yolculukların getirdiği sürekli tazelenme hayatımda eksik değildi; ben de çok geçmeden busınırları belli yaşam tarzını bilgece bir özen ve ustalıkla geliştirmeye başladım. Nadir kadehlertoplamamın, evimin dekorasyonunda özel bir tarzdaki barok İtalyan gravürleri, Canaletto stilioymabaskı manzara resimleri kullanmamın nedeni, içimdeki tutkudan ziyade, rahat birmeşgaleyle bir iç bütünlük sağlamaktan ve bilgi edinmekten duyduğum sevinçti; bunlarıantikacılardan toplamak veya müzayedelerde ele geçirmek avlanmanın verdiğine benzeyen,ama tehlikeden uzak bir heyecan yaşatıyordu bana. İlgi duyduğum için ve her zaman zevkleyaptığım bazı şeyler vardı, iyi müzik dinlemekten ve ressamlarımızın atölyelerine uğramaktanhoşlanıyordum. Kadınlar karşısında da başarısız olduğum söylenemezdi, bir şekilde içdünyamdaki aylaklığa işaret eden gizli biriktiricilik tutkusuyla bu konuda da pek çok anmayadeğer ve paha biçilmez yaşanmışlık biriktirdim, hatta sıradan bir merakın ötesinde uzmancabirikime sahip biri haline geldim. Bütün olarak baktığımda günümü hoş bir şekilde dolduranve zengin bir varoluş duygusu veren çok şey yaşadım. Aynı zamanda hem hareketli yaşananhem de hiçbir sarsıntıya yer olmayan, gençliğe özgü bu rahat ve hoş atmosferi giderek dahafazla sevmeye başladım; neredeyse yeni hiçbir şey istemeden, çünkü dinginlik içinde geçenhayatımda gerçek bir sevince dönüşebilecek çok az şey vardı. Zevkle seçilmiş bir kravat bilebeni hoşnut edebiliyordu, güzel bir kitap, bir araba gezintisi veya çekici bir kadınlageçirdiğim birkaç saatten sonsuz bir mutluluk duyabiliyordum. İngilizlere özgü kusursuzdikilmiş bir takım elbisenin toplum içinde hiçbir biçimde göze batmayışı gibi benim varoluşbiçimimde de dikkat çekici hiçbir şey yoktu ve en çok hoşuma giden yanı da buydu. Sanırımhoş bir insan olarak algılanıyordum; sevilen, birlikte vakit geçirmekten hoşlanılan biriydim vebeni tanıyanların çoğu mutlu bir insan olduğumu söylerlerdi.Şu anda tekrar somutlaştırmaya çalıştığım, o zamanlar olduğum kişinin de kendisini,başkalarının inandığı gibi mutlu bir insan olarak kabul edip etmemiş olduğunu ise artıkbilmiyorum, çünkü şimdi o maceradan tüm duygularımla çok daha dolu ve tatminkâr biranlam beklerken geçmişe dönük her türlü değerlendirme bana olanaksız görünüyor. Fakatneredeyse tüm isteklerimin yerine geldiği ve yaşam karşısındaki beklentilerimin karşılıksızkalmadığı o dönemde kendimi hiçbir biçimde mutsuz hissetmemiş olduğumu da kesinliklesöyleyebilirim. Ne var ki kaderin tüm beklentilerimi yerine getirmesi ve benim de bununötesinde hiçbir şey talep etmeyişim bir alışkanlık haline geldiğinden bu hal giderekyaşamımda bir heyecan eksikliğine ve cansızlaşmaya yol açtı. O dönemde bazı yarı farkındalıkanlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulamaarzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, dahayoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemlevaroluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımısöndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir türdonukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir türruhsal iktidarsızlık ve yaşamda tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.Bu eksikliğimi önce küçük işaretlerden fark ettim. Tiyatrolardaki ve salonlardaki bazısansasyonel toplantılara katılmayı giderek daha sıklıkla ihmal ettiğimi, övgüyle söz edilenkitapları ısmarlayıp sonra da haftalarca hiç dokunmadan yazı masamın üzerinde bıraktığımıgördüm; gerçi mekanik bir biçimde merak duyduğum şeyleri toplamaya, kadeh ve antikasatın almaya devam ediyordum, ama onları düzenlemekten vazgeçmiştim ve bazen uzunzamandır peşinde olduğum nadir bir parçayı beklenmedik bir anda ele geçirdiğimde biledoğru dürüst sevinmiyordum.Fakat ruhsal diriliğimdeki bu ağır gerileme ve değişimin bilincine ancak hâlâ gayet iyihatırladığım belli bir olaydan sonra vardım. Yine hiçbir yeniliğin harekete geçiripcanlandıramadığı bu tuhaf uyuşukluk nedeniyle olsa gerek, o yazı Viyana'da geçiriyordum ki,bir hanımın kaplıca otellerinden birinden gönderilmiş mektubu geldi, aramızda üç yıldan beriyakın bir ilişki vardı, hatta samimi bir biçimde onu sevdiğimi söyleyebilirdim. Bana yazdığıheyecan dolu on dört sayfa boyunca orada geçirdiği son haftalarda kendisine çok şey ifadeeden, hatta her şeyi haline gelen bir adamla tanıştığını, sonbaharda evleneceklerini vearamızdaki ilişkinin bitmesi gerektiğini anlatmıştı. Benimle birlikte olduğu zamanı pişmanlıkduymadan, hatta mutlulukla hatırlıyordu, yeni bir evliliğe adım atarken benimle ilgili anıları,geçmişte bıraktığı yaşamın en hoş anıları olarak kalacaktı ve bu ani kararından ötürü onubağışlayacağımı umut ediyordu. Heyecan yüklü mektup bu yansız açıklamadan sonra sonderece dokunaklı yeminlere ve antlara geçiyordu, ona gücenmemeliydim ve bu ani vazgeçiş –beni üzmemeliydi, onu bana geri dönmesi için zorlamamalı veya kendime zarar verecek biraptallık yapmamalıydım. Giderek daha hararetlenen satırlar birbirini izliyordu: Daha iyibirinde teselli bulacağımı umuyor ve bu mektubu nasıl karşılayacağım konusunda endişeliolduğundan ona hemen yazmamı istiyordu. Ayrıca mektubun sonuna ek olarakkurşunkalemle alelacele şunlar yazılmıştı: "Bir budalalık yapma, beni anla, beni bağışla!" Bumektubu önce aldığım haberden duyduğum şaşkınlıkla okudum, sonra sayfaları birazkarıştırıp ikinci bir kez, bu defa biraz utanarak okudum ve bilincine vardıkça içimi bir korkukapladı. Çünkü içimde, sevgilimin anlaşılır biçimde öngördüğü bütün o güçlü ve doğalduygulardan hiçbirinin bir belirtisi dahi uyanmamıştı. Yaptığı açıklama bana acı vermemişti,ona gücenmemiştim, hele kendime veya ona şiddet uygulamayı bir an olsun aklımdangeçirmemiştim; içimdeki bu duygusal soğuma o kadar tuhaftı ki, beni korkutmamıştı bile.Yıllar boyunca hayatıma eşlik etmiş olan, yumuşak, sıcak bedeni bedenime değerek,soluklarımız birbirine karışarak uzun geceler geçirmiş olduğum bir kadın benden kopuyorduve içimde hiçbir kıpırtı uyanmıyordu; olanlara karşı çıkmıyor veya onu geri döndürmeyeçalışmıyordum; bu kadının sağlıklı içgüdüsüyle gerçek bir insandan beklediği olağanduygulardan hiçbiri içimde uyanmamıştı. O an içimdeki bu donuklaşma sürecinin ne kadarilerlemiş olduğunu birden görüverdim – hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden,akan suyun üzerinde kayar gibi yaşıyordum ve bu soğuklukta ölü, cesedimsi bir yanolduğunu gayet iyi biliyordum; gerçi henüz çürümenin kötü kokan soluğu hissedilmiyordu,ama umarsız bir donukluk, acımasız, soğuk bir duygusuzluk yerleşmiş, yani bedenselanlamda gerçek ölümün ve çürümenin dışarıdan da görüldüğü aşamanın eşiğine gelmiştim.Bu olaydan sonra kendimi ve içimdeki bu tuhaf duygusal donukluğu bir hastanınhastalığını izlemesi gibi dikkatle gözlemlemeye başladım. Kısa bir zaman sonra bir arkadaşımöldü ve ben tabutunun peşinden yürürken, çocukluğumdan beri yakın olduğum bu insanısonsuza kadar kaybettikten sonra içimde bir keder var mı, herhangi bir duygu yüzeye çıktı mıdiye kendimi dinledim. Fakat hiçbir kıpırtı yoktu ve ben kendimi, ışığın hiçbir zaman içindekalmadan geçip gittiği camdan bir nesne gibi hissettim. Bu olayda ve diğer benzer durumlardakendimi ne kadar bir şeyler hissetmeye zorlasam, hatta mantıklı nedenler öne sürerekduygularımı harekete geçirmeye çalışsam da içimdeki o donukluktan bir yanıt gelmiyordu.Beni bırakan insanlar, gelen ve giden kadınlar oldu, her defasında odada oturmuş camındışındaki yağmuru seyreden biri gibi hissettim kendimi; doğrudan yakınımda olan şeylerlebile aramda camdan bir duvar vardı ve kendi irademle onu yıkacak gücü bulamıyordum.Bu halimi açıkça görmüş olmam bile içimde gerçek bir huzursuzluk uyandırmadı, çünküzaten söylediğim gibi doğrudan kendimi ilgilendiren şeylere karşı bile büyük bir kayıtsızlıkiçindeydim. Acı çekmek için bile yetersizdim. Nasıl ki bir erkeğin cinsel iktidarsızlığı ancakbir kadınla sevişeceği anda belli olursa, bu duygu bozukluğunun da dışarıdan bakıldığındaanlaşılmaması bana yetiyordu. Toplum içinde olduğum zamanlarda da hayranlığımı ifadeederken yapay bir heyecan sergileyip etkileyici şeyleri abartarak içimin ne kadar hissiz vekayıtsız olduğunu gizlemek için bir anlamda gösteri yapıyordum. Dışarıdan bakıldığında biryön değişikliği yapmadan eski rahat ve sorunsuz hayatımı sürmeye devam ediyordum;haftalar ve aylar fark ettirmeden geçip gidiyor, usulca yıllara dönüşerek ağırlaşıyorlardı. Birsabah aynada şakaklarıma düşen ilk kırlarla karşılaştım ve gençliğimin artık beni bırakmayahazırlandığını anladım. Fakat başkalarının gençlik dedikleri şey benden çoktan geçip gitmiştizaten. Böylece bu vedalaşmayı da özel bir acı duymadan atlattım, çünkü kendi gençliğimi bileyeterince sevmiyordum. Duygusal donukluğum kendime karşı da geçerliydi.İçimdeki bu kıpırtısızlıkla hayatım giderek tekdüzeleşti, uğraşlarımın ve olaylarınçeşitliliğine rağmen günler öne çıkan bir şey olmadan peş peşe diziliyor, bir ağacın yapraklarıgibi yeşeriyor ve sararıp gidiyorlardı. Sırf kendim için bir kez daha canlandırmak istediğim oyegâne gün de herhangi sıra dışı bir şey olmadan, içimde bir önsezi hissetmeden gayet sıradanbir şekilde başladı. O gün, yani 7 Haziran 1913 günü, ben bilincine varmadan içimde varlığınısürdüren okul zamanından, çocukluğumdan kalma bir pazar günü duygusuyla geç kalkmış,banyomu yapmış, gazeteleri okumuş ve biraz kitap karıştırmıştım. Sonra davetkârca odamadolan sıcak yaz gününün çekiciliğine kapılarak dolaşmaya çıktım, alışkanlığım olduğu üzerearkadaşlarla ve tanıdıklarla selamlaşa selamlaşa Graben Bulvarı'ndan geçtim, bazılarıylaayaküstü sohbet ettim ve sonra arkadaşlarla öğle yemeği yedik. Öğle sonrası için herhangi birsöz vermekten kaçınmıştım, çünkü pazar günleri, tamamen keyfimin, tesadüflerin veyaanında verilmiş kararların akışına göre geçireceğim planlanmamış birkaç boş saatim olmasınıözellikle severim. Arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra Ring Caddesi'nden geçerken yaz başınınrenkliliğiyle süslenmiş güneşli kentin güzelliği çok hoşuma gitti. Herkes neşe içindeydi,insanlar sokaktaki pazar günü canlılığıyla coşmuş gibiydiler, dikkatimi çeken pek çok şeyoldu, özellikle de caddenin ortasındaki şeritte yükselen ağaçların gür ve taze yeşili. Burası hergün geçtiğim bir yer olmasına rağmen bu pazar günü kalabalığını birden bir mucize gibialgıladım ve elimde olmadan içim yeşillik, aydınlık, canlılık özlemiyle doldu. Aklıma biraz damerakla Prater geldi; şimdi ilkbahar biter, yaz başlarken oradaki ulu ağaçlar, arabaların vızırvızır geçtiği anacaddenin iki yanında devasa yeşil nöbetçiler gibi yükseliyor ve aralarındangeçen şık giyimli insanlara beyaz çiçeklerini uzatıyor olmalıydılar. En sıradan isteğimi bilehemen gerçekleştirme alışkanlığımla, önüme çıkan ilk faytonu durdurarak beni Prater'egötürmesini istedim. "Yarışlara, değil mi beyefendi?" diye saygılı bir rahatlıkla karşılık verdisürücü. O pazar çok rağbet gören bir yarışın yapılacağını ancak o zaman hatırladım,Viyana'nın bütün kalburüstü tabakasının bir araya geleceği bir derbiydi bu. Arabaya binerken,ne tuhaf, diye düşündüm, daha birkaç yıl önce böyle bir günü kaçırmam veya unutmamkesinlikle mümkün değildi! Ve yaralı birinin her hareket edişinde yarasını hissetmesi gibi, buunutkanlığım da bana kapılmış olduğum duygusal donukluğu hatırlattı yeniden.Vardığımızda anacadde oldukça boştu, yarış çoktan başlamış olmalıydı, çünkü yolu herzaman ihtişamla dolduran araba kalabalığı görünmüyor, sadece ara sıra bir fayton görünmezbir şeyi kaçırmışçasına atların nallarını takırdatarak geçip gidiyordu. Arabacı oturduğu yerdebana doğru dönerek hızlanmasını ister miyim diye sorunca sakin sürmesini söyledim, çünkügeç kalmak gibi bir kaygım yoktu. Zamanında varmayı önemseyemeyecek kadar çok yarış veyarış izleyen insan görmüştüm; mavi havanın denizin bir geminin bordasından yumuşakhışırtılarla yükselişi gibi bedenimi kucaklayışını hissetmek, huzur içinde gür yapraklı, güzelkestane ağaçlarını, okşayıcı ılık rüzgârın ara sıra kopan birkaç çiçekle oynayıp uçuşturduktansonra onları yola kar gibi bembeyaz yağdırışını seyretmek benim heyecansız halime dahauygundu. Kendimi arabanın içinde öylece salınmaya bırakmak, gözlerim kapalı ilkbaharıduyumsamak, hiçbir çaba harcamadan kanatlanmış gibi bir yerden bir yere taşındığımıhissetmek hoş bir duyguydu; araba Freudenau'da girişin önünde durduğunda neredeyseüzüldüm. Geri dönmeyi, o okşayıcı yaz gününün kollarında salınmaya devam etmeyiyeğlerdim aslında. Fakat bunun için geç kalmıştım artık, araba yarış alanının önündedurmuştu bile. Boğuk bir uğultu bizi karşıladı. Dalgalanan kalabalığı görmesem de çıkardığıses tribün basamaklarının arkasından bir deniz gibi kabarıyordu. Aklıma ister istemezOstende geldi, düzlükteki kentin küçük yan sokaklarından sahildeki gezi yoluna çıkarkendalgalarla kabaran denizin gri köpüklü yüzeyini görmeden önce tuzlu rüzgârın sert ıslığınıduyar, boğuk bir uğultu işitirsiniz. Pistte şu sırada yeni bir yarış başlamış olmalıydı, fakatatların şimdi herhalde yıldırım gibi geçtikleri çimenlikle aramda, seyircilerin ve binicileriniçteki bir fırtınayla salınır gibi hareket eden renkli ve uğultulu kalabalığı vardı. Yarışıgöremesem de heyecanın yükselişinden her aşamasını hissedebiliyordum. Biniciler çoktanstart almış, artık birbirlerinden kopmuş ve birkaçı öne çıkmak için mücadele ediyorolmalıydı, çünkü koşunun benim için görünmez olan akışını izleyen kalabalıktan çığlıklar veheyecanlı nidalar yükselmeye başlamıştı. Başların yönünden ve eğiminden atların çayırınuzunlamasına tarafındaki dönemece varmış olduklarını anladım, çünkü bütün o karmaşaiçindeki kalabalık tek bir boyun gibi benim için görünmez olan bir noktaya doğru dönmüştüve ezilip birbirine karışan binlerce ses tek bir gırtlaktan çıkarcasına köpüren dalgalar gibiyükseliyordu. Ve bu uğultu kabararak yukarıda kayıtsızca uzanan mavi göğe kadar bütünalanı doldurdu. Etrafımdaki birkaç yüze baktım. İçlerinde bir kasılma olmuşçasınaçarpılmışlardı, gözler sabit ve kıvılcımlı, dudaklar sımsıkı kapalıydı, çeneler öne fırlamış,burun delikleri atlarınki gibi kıpır kıpırdı. Ben ayık olduğumdan, onların bu çılgıncataşkınlıklarını hem komik hem de dehşet verici buluyordum. Yanımda bir sandalyeninüzerine çıkmış şık giyimli bir adam vardı, yüz hatları normalde güzeldi herhalde, ama şimdiiçine şeytan girmişçesine gerilmişti, bastonunu kamçı gibi havada sallarken bedeniyle de atabiner gibi hareketler yapıyordu ve bunu izlemek çok komikti. Sandalyenin üzerindetopuklarını üzengideymiş gibi indirip kaldırıyordu, sağ eliyle bastonu kamçı gibi kullanmayadevam ederken sol elinde tuttuğu beyaz bir kâğıdı bumburuşuk etmişti. Bu kâğıtlardangiderek daha fazlası etrafta uçuşmaya başladı, kalabalığın uğultulu boz dalgalarının üzerineköpük gibi dağıldılar. Şimdi dönemeçte birkaç at birbirine çok yaklaşmış olmalıydı, çünküuğultunun içinden birden dört isim kopup çıktı; birkaç gruba ayrılan izleyici bu isimleri savaşçığlığı gibi haykırıyordu ve bu çığlıklar kendilerini kaptırdıkları çılgınlığı biraz olsunhafifletiyor gibiydi.Ben bu çılgınlığın ortasında fırtınalı denizdeki bir kaya gibi soğuk ve kıpırtısızduruyordum ve o an neler hissetmiş olduğumu şimdi bile tam olarak söyleyebilirim. Elbetteöncelikle bu tuhaf hareketlerin gülünçlüğü ve taşkınlığın bayağılığı karşısında duyduğumküçümseme vardı, ama kendime itiraf etmekten hiç hoşlanmadığım başka bir şey isekarşımda gördüğüm bu fanatizmdeki hayata yönelen hararetli tutkuyu, böylesi bir heyecanıkıskanmış olmamdı. Benim böyle bir heyecana kapılmam, bu ateşi hissetmem, hararetimin bukadar yükselmesi, elimde olmadan sesimin değişmesi için ne olması gerekirdi acaba? Sahipolmanın beni bu kadar heyecanlandıracağı herhangi bir zenginlik, beni bu denli çekebilecekherhangi bir kadın düşünemiyordum, beni duygularımın donukluğundan kurtarıp böyle birateşe atacak hiçbir şey aklıma gelmiyordu. Birisi üzerime aniden bir tabanca çevirse yüreğimetrafımdaki bunca insanın yüreğinin bir avuç para için attığı kadar atmazdı. Fakat şu anatlardan biri hedefe çok yaklaşmış olmalıydı, çünkü kalabalığın içinden gergin bir yay gibiyükselen binlerce sesi, giderek tizleşen ve bir anda sönüp dağılan tek bir çığlık halindebirleştiren tek bir isim duyuluyordu artık. Müzik başlamış, kalabalık birden dağılmıştı. Bir turbitmiş, bir yarış sonuçlanmış, gerilim yerini dalgalanan gevşek bir hareketliliğe bırakmıştı.Daha az önce ateşli bir tutku yumağı halinde olan kitle, tek tek yürüyen, gülen, konuşaninsanlar halinde çözülmüştü. Coşkunluğun çılgın maskesi düşmüş, ardından yine dinginyüzler ortaya çıkmıştı, yarışın insanları birkaç saniye boyunca tek bir kor kütlesi halindebirleştirmiş olan kargaşası bitmişti, herkes tekrar sosyalleşerek gruplar halinde bir arayageliyor veya dağılıyordu. Tanıdıklar selamlaşıyor, yabancı olanlar birbirlerini serinkanlı birnezaketle izleyerek inceliyorlardı. Kadınlar birbirlerinin yeni tuvaletlerini gözden geçiriyor,erkekler hayranlıkla onları seyrediyordu; kayıtsız insanların asıl meşgalesi olan o sosyal ilgitekrar yeşermeye başlamıştı; insanlar birbirlerini arıyor, geleni gelmeyeni ayırt etmeye, şıklıkdüzeylerini saptamaya çalışıyorlardı. Kapılmış oldukları sarhoşluk dağılır dağılmaz, bir arayagelmelerinin asıl nedeninin yarışların kendisi mi, yoksa aralardaki bu piyasaya çıkma hali miolduğunu unutuvermişlerdi.Ben de bu hoş karmaşanın içine karıştım, hal hatır sordum, soranlara teşekkür ettim,rengârenk kalabalığı sarmalayan parfüm ve zarafet kokusunu mutlulukla içime çektim –burası benim ortamımdı sonuçta-, Prater'in ağaçlıklarından ve yaz güneşinin ısıttığıormandan ara sıra dalgalarını aramıza göndererek kadınların üzerindeki beyaz muslinlereşehvetle oynarcasına dokunan hafif meltemi hissetmekten daha da büyük bir mutlulukduydum. Birkaç tanıdık benimle sohbet etmek istedi, güzel oyuncu Diane bir locadandavetkârca el salladı, fakat hiçbirine karşılık vermedim. Bugün bu sosyetik insanlarlakonuşmak hiç ilgimi çekmiyordu, bir ayna gibi bana kendimi yansıtmalarından sıkılıyordum,sadece bu gösteriyi, ilerleyen zamanı dolduran o şehvetli heyecanı izlemek istiyordum, çünkükayıtsız kalan için başkalarının uyarılmışlığı en hoş izlencedir. Önümden birkaç güzel kadıngeçti, ince kumaşın altında her adımda titreyen göğüslerine cüretkârca, fakat içten birhayranlık duymadan bakarken kendilerini böyle küstahça çıplaklaştırılmış ve küçümsenmişhissettiklerinde sergiledikleri sıkıntı ve haz karışımı utangaçlık karşısında içimden güldüm.Aslında onları çekici bulduğum yoktu, ama öyleymiş gibi yapmak, akıllarından geçirdikleriyleoynamak beni eğlendiriyor, bedenlerine dokunma duygusunun verdiği hazzı, gözlerindekimanyetik titreşimi hissetmek hoşuma gidiyordu, çünkü duygusal anlamda soğuk insanlarıntümünde olduğu gibi benim erotik hazzım da, aslında kendim heyecanlanmak yerinebaşkalarını heyecanlandırmaya, başkalarını uyarmaya bağlıydı. Gerçek anlamda arzulamayıdeğil, sadece kadınların varlığıyla oluşan o sıcak esintide şehveti hissetmeyi seviyordum;heyecanlanmayı değil, sadece ilhamını seviyordum. Böylece üzerime yönelen bakışları tenistopu rahatlığıyla geri göndererek, dokunmaksızın haz alarak, kadınlara hissetmedendokunarak, içimde sadece bu oyunun verdiği belli belirsiz şehvet duygusunun sıcaklığınıhissederek dolaşmaya devam ettim.Fakat bir süre sonra bundan da sıkıldım. Karşılaştığım insanlar hep aynılarıydı; yüzlerinide, jestlerini de artık ezbere biliyordum. Yakınımda boş bir sandalye vardı. Oturdum.Etraftaki gruplarda yeni bir hareketlenme başladı, gelip geçenler daha bir telaşla kaynaşıyor,bazen çarpışıyorlardı; belli ki yeni bir yarış başlamak üzereydi. Ben yine rahatımı bozmadım,gevşek ve biraz da dalgın bir halde sigaramın dumanını savurarak oturmaya devam ettim,duman beyaz dönemeçlerle göğe doğru yükselirken seyrelip ilkbahar mavisinin içindedağılıyordu. Hayatımı bugün bile hâlâ etkileyen o yegâne olay, o olağanüstü deneyim işte osırada gerçekleşti. Saatini bile dakikası dakikasına söyleyebilirim, çünkü tesadüfen o sıradasaate baktım. Bir an üst üste gelen akreple yelkovanın hareketini avare bir merakla izledim. 7Haziran 1913 günü öğle sonrasında saat üçü on altı geçiyordu. Ben kendimi bu çocuksu vegülünç gözleme kaptırmış, elimde sigaram saatin beyaz kadranına bakarken hemen arkamdabir kadının yüksek sesle güldüğünü duydum; kadınlarda çok sevdiğim, şehvetin ateşlibağrından heyecan ve hararetle kopan o taşkın ve çıngıraklı kahkahalardandı. İçgüdüselolarak hemen o yana dönmek ve ışıltılı beyaz bir taşı bulanık, çamurlu bir havuza atar gibişehvetini böylesine küstahça benim aylak düşlerimin ortasına savuran bu kadını görmekistemiştim ki, kendimi tuttum. Zihinde geçen oyunlardan; küçük, zararsız psikolojikdeneylerden aldığım tuhaf haz beni durdurdu. Bu kahkahayı atan kadını hemen görmekistemiyordum, hazza bir tür hazırlık olarak hayal gücümü bu kadınla meşgul etmek, onuhayalimde canlandırmak, kahkahasının etrafına bir yüz, bir ağız, bir boyun ve göğüsleryerleştirmek, yaşayan, nefes alan bir kadın kurgulamak daha çekiciydi.Arkamda, hemen yanı başımda durduğu belliydi. Kahkaha tekrar konuşmayadönüşmüştü. Merakla kulak kabarttım. Hafif bir Macar aksanı, seslileri şarkı söyler gibiyayarak çok hızlı ve hareketli bir konuşma tarzı vardı. Şimdi bu sözcüklerin üzerine birgörüntü örmek ve bu hayali görüntüyü olabildiğince ayrıntılı tasarlamak çok hoşumagidecekti. Ona koyu renk saçlar ve koyu renk gözler, şehvetli dolgun dudaklar, beyaz güçlüdişler, küçük, ince ama titreşen kanatları keskin hatlı bir burun verdim. Sol yanağına biryapma ben, eline de gülerken hafif hafif baldırlarına dokundurduğu bir binici kamçısıyerleştirdim. Kadın konuşmaya devam ediyordu ve her sözcüğü hayalimde hızlaoluşturduğum görüntüye yeni bir ayrıntı ekliyordu: Kız çocuğu gibi dar bir göğüs tahtası,koyu yeşil bir elbise, üzerinde eğik takılmış pırlantalı bir broş, beyaz şeritli açık renk birşapka. Görüntü giderek belirginleşti, arkamda duran bu yabancı kadını artık gözbebeğiminiçindeki ışıklı bir tabakada yansır gibi görüyordum. Fakat dönüp bakmak yerine bu düşseloyunun heyecanını daha da yükseltmek istiyordum. Bu cüretkârca hayallerin içine hafif birhaz serpintisi de karıştı, arkama dönüp ona baktığımda karşıma çıkacak olan görüntününzihnimde canlandırdığım görüntüyle çakışacağından duyduğum güvenle gözlerimi yumdum.O anda öne doğru bir adım attı. Elimde olmadan gözlerimi açtım ve içimi bir öfke kapladı.Tamamen yanılmıştım, her şeyiyle farklıydı, hayalimde oluşturduğum görüntüyle tabantabana zıttı. Üzerinde yeşil değil, beyaz bir elbise vardı, ince değil dolgun ve geniş kalçalıydı,yuvarlak yanaklarının hiçbir yerinde hayal ettiğim beni göremedim, kask biçimli şapkasınınaltından da siyah değil, kızılımsı sarı saçlar ışıldıyordu. Benim hayal ettiğim özelliklerinhiçbirinin bu görüntüyle alakası yoktu; fakat ben psikolojik tahminlerimin boşa çıkmasıkarşısında kapıldığım budalaca kibirle ne kadar görmezden gelsem de kadın güzeldi, meydanokurcasına güzeldi. Ona neredeyse düşmanlıkla baktım. Fakat hem diri hem de yumuşacıkdolgunluğuyla talepkâr bir cazibesi olan bu kadından yayılan güçlü ve kösnül çekimi; başdöndürücü, hayvansı etkiyi, içimdeki direnen yan bile algılıyordu. Şimdi yüksek seslegülüyordu yine, beyaz dişleri ortaya çıkmıştı ve ben bu ateşli, kösnül kahkahanın bedeninindolgunluğuyla uyum içinde olduğunu kabul etmek zorunda kaldım; kadının her şeyi öylesinebelirgin ve meydan okuyucuydu ki, göğüslerinin yuvarlaklığı, gülerken öne çıkan çenesi,delici bakışları, kemerli burnu, şemsiyesini sıkıca yere bastırışı. Burada dişilik unsuru, o ilkselgüç, bilinçli, yoğun bir çağrı, ete kemiğe bürünmüş bir şehvet sinyali söz konusuydu. Kadınınyanında onunla içine düşercesine konuşan şık, ama silik denebilecek bir subay vardı. Kadınonu dinliyor, gülümsüyor, kahkaha atıyor, karşı çıkıyordu, ama bütün bunların hepsiönemsizdi, çünkü aynı zamanda bakışlarıyla her yanı tarıyor, burun delikleri her yana doğrutitreşiyor, kadın adeta her şeyi birden kavrıyordu. Gelip geçen herkesin ve oradaki erkekkitlesinin tümünün ilgisini, gülümseyişlerini, bakışlarını üzerine çekmekteydi. Bakışlarısürekli etrafta dolaşıyordu, kâh tribünleri tararken birden bir tanıdık görüp seviniyor veya birselama karşılık veriyordu, kâh bir yandan subaya sürekli gülümseyerek cilveyle onudinlerken sağına soluna bakınıyordu. Subayın arkasında ve görüş alanının dışında kaldığımiçin henüz bakışlarının dokunmadığı bir tek ben kalmıştım. Buna öfkelendim. Ayağa kalktım,ama beni görmedi. Biraz daha yaklaştım, şimdi de bakışlarını tekrar tribünlere çevirmişti. Ozaman kararlı bir şekilde yanına gittim, şapkamı hafifçe kaldırarak refakatçisini selamladım vesandalyemi ona sundum. Şaşırarak bana baktı, gözlerinde bir ışıltı dolaştı, dudakları tatlı birgülümseyişle büküldü. Sonra kısaca teşekkür ederek sandalyeyi aldı, ama oturmadı. Sadecebileğinin açıkta kaldığı dolgun kolunu rahatça sandalyenin arkalığına dayamakla yetinerekbedenine verdiği bu eğimle hatlarını daha belirgin olarak sergiledi.Yanlış tahminlerim yüzünden duyduğum öfkeyi çoktan unutmuştum, o an sadece bukadınla bir oyuna girmenin çekimini hissediyordum. Biraz geriye çekilerek tribünün duvarınayaslandım, buradan onu rahatça ve dikkat çekmeden görebiliyordum, bastonuma yaslanarakgözlerimi onun gözlerine diktim. Bunu fark etti, benim bulunduğum yere doğru tamamenrastlantıyla olmuş gibi davranarak hafifçe döndü, bana direnç göstermedi, bakışlarıma ara sırakarşılık verdi, ama gelişigüzel bir tavırla. Bakışları sürekli hareket halindeydi, her şeyedokunuyor, ama hiçbir şeyi sıkıca kavramıyorlardı – gözlerindeki kara ışıltılı gülücüklersadece bana mıydı, yoksa herkes için geçerli miydi? Bu anlaşılmıyordu ve beni uyaran da bubelirsizlikti. Bir işaret feneri gibi belli aralıklarla beni tarayan bakışları vaatlerle dolu gibiydi,fakat aynı çelik pırıltılı gözbebekleri, üzerlerine ilişen diğer bütün bakışları da hiçbir seçimyapmadan, sadece oyun sevinciyle, ama öncelikle de subayla sürdürdüğü sohbete olan ilgisinibir an olsun yitirmeden karşılıyordu. Bu tutkulu bakışlarda göz kamaştıran bir küstahlık, bircilve ustalığı ya da taşkın bir kösnüllük vardı. Elimde olmadan ona doğru bir adım attım,onun soğukkanlı pervasızlığı bana da geçmişti. Artık gözlerine bakmıyor, onu uzmancatepeden tırnağa yokluyor, bakışlarımla giysilerini parçalayıp çıplaklığını hissediyordum.Hiçbir huzursuzluk belirtisi göstermeden bakışlarımı izledi, dudaklarının kıyısında birgülümsemeyle subayı dinliyordu, ama bu kendinden emin gülümsemeden benim niyetimitartmakta olduğunu anladım. Tam beyaz elbisesinin altından görünen küçük ve zarif ayağınabaktığım anda o da bakışlarını giysisini gözden geçirir gibi kayıtsızca bir edayla aşağıya doğrukaydırdı. Bir an sonra, sanki tesadüfen yapar gibi ayağını kaldırarak ona vermiş olduğumsandalyenin ilk basamağına dayadı, öyle ki dizlerine varıncaya kadar çorapları göründü, fakataynı anda da sohbet arkadaşına yönelttiği gülümsemeye bir ironi veya bir sinsilik karışmayabaşladı. Belli ki o da, aynı benim yaptığım gibi umursamazca benimle oynuyordu vetekniğinin rafineliği karşısında nefret dolu bir hayranlık duymaktan kendimi alıkoyamadım;çünkü sahte bir gizlilikle bedeninin şehvetini sunarken aynı zamanda da gururununokşandığını belli ederek kendini sohbet arkadaşının fısıltılarına veriyor ve oyunu ikilioynuyordu. Aslında öfkelenmiştim, çünkü kendi bilinçli duygusuzluğumla arasında bir kankardeşliği hissettiğim için bu hesaplı ve kötücül şehveti başkalarında görmekten nefretederdim. Fakat yine de, belki hayranlıktan çok nefret duymakla birlikte uyarılmıştım.Küstahça biraz daha yaklaştım, onu bakışlarımla kabaca sarmaladım. Açıkça sergilediğim butavırla ona, "Seni güzel yaratık, seni istiyorum," demekteydim ve elimde olmadan dudaklarımkıpırdamış olmalı, çünkü hafif bir küçümsemeyle başını çevirirken gülümsedi ve eteğinikapatarak ayağını örttü. Fakat bir an sonra ışıltılı kara gözbebekleri tekrar oradan orayadolaşmaya başlamıştı. Aynı benim kadar kayıtsız ve bana denk olduğu, ikimizin desoğukkanlılıkla başkalarının tutkusuyla oynamaya alışkın olduğumuz ortadaydı, tutkumuzgerçek olmasa da seyretmek ve böyle yavan bir günde hararetli bir oyuna girmek güzeldi.Kadının yüzündeki gerilim birden silindi, kıvılcımlanan ışıltısı soldu, az öncegülümsemekte olan dudağının kıyısında küçük bir öfke kıvrımı belirdi. Bakışlarının hedefiniizledim: Giysileri üzerinden dökülen kısa boylu, şişman bir beyefendiydi, hızla kadına doğruyürüyordu ve heyecandan terlemiş olan yüzüyle alnını bir mendille silmekteydi. Aceleyle eğritakılmış şapkasının altından keli görünüyordu (şapkayı çıkarsa çıplak tepesinin üzerinde deiri ter damlalarının görüneceğini düşündüm ister istemez ve adam bana son derece iticigeldi). Yüzüklü elinde koca bir fiş tomarı tutuyordu. Heyecandan resmen çatlayacak gibiydi,karısını hiç dikkate almadan yüksek sesle Macarca konuşarak subaya seslendi. Adamınfanatik bir bahis tutkunu, üst düzeyde bir at satıcısı olduğunu hemen anladım, onukendinden geçirecek tek şey bahis oynamaktı, yüceliğin o ulvi ikamesiydi. Karısı şimdi biruyarıda bulunmuş olmalıydı (adamın varlığından gözle görülür biçimde rahatsız olduğu vegüveninin sarsıldığı anlaşılıyordu), çünkü adam hemen şapkasını düzelttikten sonra neşeylegülerek babacan bir şefkatle kadının omzuna birkaç kez hafifçe vurdu. Kadının kaşları öfkeylekalktı, subayın yanında ve belki de benim karşımda sergilenen bu karı koca samimiyetinincanını sıktığı belliydi. Adam özür diliyordu herhalde, subaya yine onun gülerek karşılıkverdiği Macarca bir şeyler söyledi, fakat ardından tekrar sevecenlikle ve biraz dayaltaklanırcasına karısının kolunu tuttu. Kadının bizim karşımızda bu samimiyetten sıkıntıduyduğunu hissederek, alay ve tiksinti karışımı bir duyguyla aşağılanmasının keyfiniçıkardım. Ne var ki hemen toparlandı ve zarafetle kocasının koluna yaslanırken bana doğruironi dolu bir bakış gönderdi, sanki "Bak, bana sahip olan o, sen değilsin," der gibiydi. Bubende hem öfke hem tiksinti uyandırdı. Ona böyle bayağı bir şişkonun karısıyla artıkilgilenmediğimi göstermek için sırtımı dönüp gitmek istedim. Ama cazibesi yine de çokgüçlüydü. Kaldım.O sırada başlangıç sinyalinin tiz sesi duyuldu ve bütün o sohbete dalmış, gevşemiş,dağılmış kitle bir anda tersyüz edilmiş gibi, büyük bir kargaşa içinde dört bir yandanbariyerlere doğru aktı. Bu akışa kapılıp gitmemek için biraz güç kullanmak zorunda kaldım,çünkü tam da bu kargaşanın içindeyken kadının yakınında kalmak istiyordum, belki anlamlıbir bakışma veya temas fırsatı çıkardı, şu anda ne olduğunu bilemediğim bir atak olanağıdoğardı, bunları düşünerek telaşla dalgalanan kalabalığın ortasında kararlılıkla ona doğruilerledim. Tam o anda şişman koca herhalde tribünde iyi bir yer kapmak amacıyla öne doğruhamle yaptı ve her ikimiz de başka bir grubun içinde sürüklenerek öyle şiddetli çarpıştık kişapkası ve fişleri uçuşarak kırmızı, mavi, sarı ve beyaz kelebekler gibi yerdeki tozun içinedağıldı. Bir an gözlerini bana dikti. Refleks olarak özür dilemek istedim, ama neredengeldiğini bilmediğim bir kötülük duygusu dudaklarımı mühürledi; özür dilemek yerine onasessiz, küstah ve tahkir edici bir meydan okumayla soğuk soğuk baktım. Adamın gözlerindehırsla yükselen, fakat sonra ürkerek bastırdığı bir öfke bir anlığına pırıldar gibi olduysa dabenimkinin karşısında pes ederek çözüldü. Unutamayacağım ve neredeyse dokunaklı birürkeklikle bir saniye kadar gözlerimin içine baktı, sonra vazgeçti; ansızın fişlerini hatırlamışgibiydi, eğilerek şapkasını ve fişlerini toplamaya başladı. Bu arada kocasının kolunu bırakmışolan kadın gerilimden kızarmış yüzüyle ve gizlemediği bir öfkeyle gözlerinden yıldırımlarsaçarak bana baktı ve ben bir tür haz duyarak beni oracıkta öldürmüş olmayı yeğleyeceğinigördüm. Fakat ben son derece serinkanlı ve kayıtsız bir tavırla orada durmayı sürdürerekhiçbir yardım girişiminde bulunmadan aşırı kilolu kocanın ayaklarımın dibinde nefesisıkışarak eğilip fişlerini toplamasını izledim. Eğildiğinde yakası aşağı doğru iyice kaydı vekızarmış boynundan geniş bir yağ tabakası sarktı, her hareketinde astımlı gibi soluk soluğakalıyordu. Adamı böyle tıknefes bir halde görünce zihnimde ister istemez densiz ve itici birgörüntü canlandı, onu karısıyla evlilik yatağında baş başa hayal ettim ve bu görüntüdenaldığım cesaretle öfkesini zor zapt eden kadının yüzüne karşı gülümsedim. Şimdi benzi atmışve sabrı tükenmiş bir halde karşımda duruyordu, denetimini kaybetmişti – her şeye rağmenondan gerçek, sahici bir duygu kopartabilmiştim sonunda: nefret ve dizginsiz öfke! Elimdengelse bu kötücül sahneyi sonsuza dek uzatırdım, adamın kendine eziyet çektirerek fişlerinitek tek toplamasını buz gibi bir hazla izledim. Muzip bir şeytan gırtlağıma çökmüş kıkırdayıpduruyor ve beni bir kahkaha patlatmaya zorluyordu sanki – bu kahkahayı koyuvermeyi veyao bıngıl bıngıl yumuşak et yığınını bastonumun ucuyla dürtüklemeyi çok isterdim. Şimdiyekadar kötülüğün beni, küstahça oynayan bu kadının alçalmasından aldığım zafer hazzındakikadar ele geçirdiğini hiç hatırlamıyordum. Talihsiz adam sonunda bütün fişlerini toparlamayıbaşarmıştı anlaşılan, sadece mavilerden biri fazla uzağa uçmuş ve ayaklarımın dibine kadargelmişti. Adam nefes nefese arkasına dönüp miyop gözleriyle etrafına bakındı –monoklü terdamlacıklarıyla kaplı burnunun ucuna kadar kaymıştı– ve içimdeki haylazca ayaklanmışkötülük duygusuyla onun bu gülünç çabasını uzatmak için bu andan yararlandım. İçimdekiokullu oğlan ataklığına istemsizce boyun eğerek ayağımı çabucak uzatıp fişin üzerine bastım,şimdi ne kadar çabalarsa çabalasın ben onu aratmaya devam etmek istediğim sürece fişinibulamazdı. Gayretle aradı da aradı, sonra güçlükle soluk alarak renkli fişlerini saydı, birtanesinin –bendekinin!– hâlâ eksik olduğu belliydi; tam kaynaşan kalabalığın ortasında tekrararamaya başlamak üzereydi ki, karısı yüzünde kızgın bir ifadeyle benim kibirli yandanbakışımı görmezden gelerek ve öfkeli sabırsızlığını artık dizginleyemeyerek "Lajos!" diyebuyurganca bağırdı birden. Adam trompetin sesini duymuş bir at gibi irkildi, aranarak bir kezdaha yere baktı –sakladığım fiş tabanımın altını gıdıklıyordu sanki ve gülme isteğimi zortutuyordum– ve sonra itaatle karısına doğru döndü, o da adamı aşikâr bir telaşla bendenuzaklaştırarak gittikçe daha fazla kabaran kalabalığın içine çekti.Ben ikisini izlemek için en ufak bir ihtiyaç duymadan geride kaldım. Bu hikâye benim içinbitmiş, yaşadığım erotik gerilim duygusu neşeli bir rahatlamaya dönüşmüştü, bütünheyecanım dağılmış ve geriye, aniden bastıran kötücüllükle yaptığım başarılı şakanın verdiğisağlıklı bir doygunluktan başka bir şey kalmamıştı. Kendimden küstahça, neredeyse taşkınbir hoşnutluk duyuyordum. Ön taraflarda yığılma iyice artmıştı, heyecan dalgalanmayabaşlamış ve kara, kirli, tek bir dalga halinde bariyere yüklenmişti, fakat ben bakmadım bile,artık sıkılmıştım. Tam öbür tarafa, Krieau'ya gitmeyi veya eve dönmeyi düşünüyordum ki,öne doğru bir adım atınca unutulmuş bir halde yerde duran mavi fişi gördüm. Fişi yerdenaldım ve parmaklarımın arasında çevirerek onu ne yapacağıma karar veremeden baktım.Aklımdan belli belirsiz onu "Lajos"a geri verme fikri geçti, bu karısıyla tanışmak içinmükemmel bir vesile olurdu, fakat kadına artık hiçbir ilgi duymadığımı, bu maceranın içimdeyaktığı uçucu ateşin eski kayıtsızlığımın içinde çoktan soğuyup gittiğini fark ettim. Lajos'unkarısının hırslı ve talepkâr bakışlarının daha fazla üzerimde dolaşmasını istemiyordum artık –şişko onunla bedensel bir şey paylaşmak istemeyeceğim kadar iştah kaçırıcıydı benim için–gerilimin heyecanını yaşamıştım, şimdi sadece gevşek bir merak ve hoş bir rahatlamaduyuyordum.Sandalye terk edilmiş olarak orada duruyordu. Rahatça oturup bir sigara yaktım. Karşıtarafta bariyerlerin dibinde heyecan yeniden alevlenmişti, kulak bile kabartmadım. Tekrarlarbeni çekmiyordu. Sigaramın solgun dumanının yükseldiğini görünce aklıma Meran'daki golfsahası geldi, iki ay önce orada oturup şelalenin köpüren sularını seyretmiştim. Aynı buradakigibiydi, orada da uzaktan dinlediğimde ne kızıştıran ne serinleten güçlü bir uğultuyükseliyordu, orada da suskun mavi coğrafyanın içinde dağılan anlamsız bir tını vardı. Fakatyarışın heyecanı artık iyice yükselmişti; şapkaların, şemsiyelerin, çığlıkların, mendillerinköpüğü yine kalabalığın kara dalgalarının üzerinde uçuşuyordu, sesler yine birbirinekarışıyor, kitlenin devasa ağzından tek bir çığlık gibi çıkıyordu, fakat bu kez tınısı farklıydı.Aynı ismin bin kez, on bin kez, sevinçle, kulak tırmalayarak, kendinden geçmişçesine,ümitsizce haykırıldığını duydum: "Cressy! Cressy! Cressy!" Ve yine gergin bir yay anidençözüldü (tekrar heyecanı bile nasıl da tekdüzeleştiriyor!). Müzik tekrar başladı, kalabalıkdağıldı. Kazananların numaralarının yazılı olduğu tabelalar üste çıkarıldı. Fark etmeden oyana baktım. En başta bir yedi görünüyordu. Elimde tuttuğumu unutmuş olduğum mavi fişebaktım otomatikman. Onun da üzerinde yedi vardı. Elimde olmadan güldüm. Yedikazanmıştı, Lajos'cuk doğru ata oynamıştı. Kötücüllüğümle şişko kocayı parasından etmiştim,bir anda taşkın ruh halim geri döndü, şimdi yaptığım kötü şakanın ona kaça mal olduğunuöğrenme isteği duyuyordum. Mavi kartona ilk kez dikkatle baktım, bu yirmi kronluk bir fiştive Lajos kazanan ata oynamıştı. Bu epeyce yüklü bir kazanç olabilirdi. Fazlaca düşünmeden sadece merakın çağrısına uyarak telaş içindeki kalabalıkla birlikte gişelere doğrusürüklendim. İtiş kakışın içinde kendimi kuyrukların birine girmiş buldum, fişi uzattığımdakime ait olduğunu bankonun ardından görmediğim, ama süratle çalışan iki kemikli el dokuztane yirmi kronluğu mermer tablanın üzerine sürmüştü bile.Önüme gerçek paranın, o mavi banknotların sürüldüğü o an neşem aniden gırtlağımdadüğümlendi. İçimi derhal tatsız bir duygu kapladı. Bana ait olmayan o paraya dokunmamakiçin ellerimi içgüdüsel olarak geri çektim. Aslında paraları oldukları yerde bırakmayıyeğlerdim. Fakat arkamdaki insanlar kazandıkları paraları almak için sabırsızlanıyorlardı.Böylece sıkıntıyla da olsa paraları parmak uçlarımda kötü bir duyguyla bankonun üstündenalmaktan başka çarem kalmadı. Banknotlar mavi alevler gibi avucumu yaktı sanki ve benonları alan el de bana ait değilmiş gibi farkında olmadan elimi bedenimden uzaklaştırdım.Durumun tatsızlığını derhal kavradım. Bir şaka yüzünden kendi istemim dışında, düzgün birinsana, bir centilmene, bir yedek subaya yakışmayacak bir duruma düşmüştüm ve bununadını koymaktan bile çekiniyordum. Çünkü bu saklanmış da değil, daha kötüsü hileylekaydırılmış, çalınmış bir paraydı.Etrafımda sesler çınlıyor, uğulduyordu; insanlar gişelere doğru veya gişelerden ayrılmaküzere itişip kakışıyorlardı. Ben paraları tutan elimi hâlâ ileri doğru uzatmış vaziyettehareketsiz duruyordum. Ne yapmalıydım? Aklıma önce en olağan çözüm geldi, yani paranıngerçek sahibini bulmak, özür dilemek ve geri vermek. Ama bunu yapamazdım, hele o subayınkarşısında asla. Ben de bir yedek subaydım ve bu tür bir itiraf derhal rütbeme mal olurdu.Bileti bulmuş bile olsaydım parayı gişeden almam zaten yakışıksız bir davranıştı.Parmaklarımı kaşındıran içgüdüye uyarak elimdeki parayı buruşturup atmak da aklımdangeçti, ama onca insanın içinde bunu yapmak da kolay değildi ve kuşku uyandırırdı. Fakatbana ait olmayan bu parayı hiçbir şekilde üstümde tutmak istemiyordum, değil ki daha sonrabirine bağışlamak üzere cüzdanıma yerleştirmek. Çocukluğumdan beri bana aşılanmış olantemizlik duygusuyla bu kâğıtların ucuna dokunmak bile tiksinmeme yol açıyordu. Yeter ki şuparadan kurtulayım diye için için tutuşuyordum, nasıl olursa olsun, yeter ki kurtulayım!Parayı gizlice bırakabileceğim bir yer var mı diye ümitsizlikle etrafıma bakınırken insanlarınyeniden gişelere hücum etmeye başladıklarını fark ettim, fakat bu kez para yatırmak üzere. Bufikir benim için bir kurtuluştu. Parayı bana getiren kötü rastlantıya iade edecek, şimdiyeniden yatırılan gümüş ve kâğıt paraları anında yutan o doymak bilmez gırtlağa terkedecektim –evet, doğru olan buydu, gerçek kurtuluş buydu.Aceleyle o tarafa yöneldim, hatta koşturdum, kalabalığı yararak kendime yol açtım.Üzerine oynayabilmem için tanıdığım hiçbir at olmadığı aklıma geldiğinde önümde iki kişikalmıştı ve biri gişeye varmıştı bile. Telaş içinde etrafımdaki konuşmalara kulak verdim."Ravachol'e mi oynayacaksınız?" diye sordu birisi. "Elbette, Ravachol'e," diye yanıtladıyanındaki. "Sizce Teddy'nin de şansı yok mu?""Teddy mi? Asla. Genç atlar yarışında tümüyle çuvalladı o. Tam bir fiyaskoydu."Bu bilgileri hararetle kaydettim. Teddy kötüydü demek ki. Kazanamayacağı kesindi yani.Hemen parayı ona yatırmaya karar verdim. Parayı uzattım, varlığını henüz öğrenmiş olduğumTeddy'nin adını verdim, bir el fişleri önüme attı. Şimdi avucumun içinde bir yerine dokuzkırmızı beyaz fiş olmuştu. Bu da kötü bir duygu veriyordu, ama parmaklarımın arasındahışırdayan nakit para kadar tedirgin edici ve aşağılayıcı değildi.İçimde tekrar bir hafifleme, neredeyse bir kaygısızlık hissettim: Artık paradankurtulmuştum, maceranın tatsız yanı atlatılmış, durum yine başlangıcında olduğu gibi oyunadönüşmüştü. Tekrar rahatça sandalyeme kuruldum, bir sigara yaktım ve dumanını keyiflesavurdum. Fakat bu uzun sürmedi, kalktım, etrafta dolaştım, tekrar oturdum. Tuhaftı: O hoşdüşler âleminden çıkmıştım yine. Bedenime uzuvlarımı çıtırdatan bir tür gerilim yayılmıştı.Önce gelip geçen insanlar arasında Lajos ve karısına rastlama olasılığından duyduğumhuzursuzluk olduğunu düşündüm, fakat elimdeki yeni fişlerin kendilerininki olduğununereden bileceklerdi? İnsanların gerginliği de beni etkilemiyordu, aksine ne zaman tekrar önedoğru hamle yapacaklarını dikkatle izliyordum, hatta kendimi ikide bir ayağa kalkıp yarışbaşlarken çektikleri bayrağa göz atarken yakaladım. Demek buydu, sabırsızlıktı, bekleyişiniçimde tutuşturduğu ateşin yayılmasıydı; yarışın başlamasını, bu sıkıntılı durumun tamamengeride kalmasını bekliyordum.Bir oğlan elinde yarış bülteniyle yanımdan geçerken durdurup programı aldım.Anlamadığım, yabancı bir jargonda yazılmış sözcüklerin içinden tüyolar çıkartmaya çalıştım,sonunda Teddy'yi, jokeyini, haranın sahibinin kim olduğunu ve kırmızı beyaz renkleribuldum. Fakat bunlarla niçin bu kadar ilgileniyordum? Kâğıdı öfkeyle buruşturarak attım,önce ayağa kalktım, sonra tekrar oturdum. Bir anda ateş basmıştı, terleyen alnımı mendilimlekurulamam gerekti ve yakamın sıkmaya başladığını hissettim. Yarış hâlâ başlamakbilmiyordu.Nihayet gonk çaldı, insanlar hücum ettiler ve o an start gongunun beni de aynı bir çalarsaat gibi irkilterek bir tür uykudan uyandırdığını dehşetle fark ettim. Öyle bir şiddetle ayağafırladım ki sandalyem devrildi, sonra hızla öne doğru atıldım, hayır, daha doğrusu koşturdumve fişleri hırsla parmaklarımın arasında sıkarak, sanki bir yere geç kalacakmışım, çok önemlibir şeyi kaçıracakmışım gibi çılgınca bir korkuyla kalabalığın içine daldım. Hatta insanlarıkabaca sağa sola iterek en öndeki bariyere ulaştım, tam o sırada bir hanımefendinin uzandığıbir sandalyeyi umursamazca çekip aldım. Densizliğimi ve hırsın gözlerimi kararttığını kadının–karşımda öfkeyle kalkan kaşlarını gördüğüm kadın iyi tanıdığım biriydi, Barones R.'ydi–şaşkın bakışlarından hemen anladım, fakat utanç ve inattan onu görmezden gelerek yarışıizleyebilmek için sandalyenin üstüne çıktım.Uzaklarda yeşilliğin içinde atlar küçük bir küme halinde başlangıç çizgisine yan yanasıkışarak dizilmişti. Uzaktan renkli kuklalar gibi görünen ufak tefek jokeyler onları güçlükleçizgide tutuyorlardı. Derhal aralarında kendiminkini aradım, fakat gözlerimin alışkın olduğubir şey değildi bu, sıcakta gözlerimin önünde tuhaf titreşimler oluyordu ve ben o renklilekelerin arasında kırmızı beyazı seçemedim. O sırada gonk ikinci kez vurunca atlar aynıyaydan fırlayan yedi ayrı renkli ok gibi çayırın içine fırladılar. Bu zarif hayvanların yereneredeyse değmeden dörtnala kalkarak ileri atılmalarını, çimenin üzerinde uçar gibiilerlemelerini sükûnetle ve sadece estetik açıdan izlemek harika bir şey olmalıydı. Fakat benbunları hiç fark etmeden sadece kendi atımı ve jokeyimi tanıyabilmek için ümitsizce çabalıyorve yanıma bir dürbün almamış olduğum için kendime lanetler yağdırıyordum. Ne kadareğilsem, uzansam da uçarak yuvarlanan bir yumak halinde birbirine karışan beş sinektenbaşka bir şey göremedim; sadece yavaş yavaş kümenin şekil değiştirdiğini, dönemecegeldiklerinde uzayarak kama biçimi aldığını fark ettim, kümenin ucu öne doğru sivrilirkenarkalarda kopmalar başladı. Yarış hararetlenmişti: Dörtnala giderken uzaklaşmış olan üç veyadört at şimdi birbirine iyice yapışmış renkli şeritler gibi görünüyorlardı ve bazen biri, bazendiğeri bir baş öne çıkıyordu. Elimde olmadan ben de, sanki at binercesine heyecanla yaylanıpgerilirsem yarıştakilerin hızını artırıp kendimle birlikte çekebilecekmişim gibi tüm bedenimleöne doğru uzandım.Etrafımda heyecan yükseliyordu. Daha deneyimli olanlar dönemece varan renkleri tanımışolmalıydılar ki, şimdi çalkalanan kalabalığın içinden vınlayan fişekler gibi isimleryükseliyordu. Yanımda ellerini kudurmuşçasına sallayarak duran biri atlardan birinin başı nezaman öne çıksa ayaklarını yere vura vura tiksinç tizlikte ve zafer dolu bir sesle haykırıyordu:"Ravachol! Ravachol!" Bu atın jokeyinin mavi ışıltısını gerçekten de gördüm ve öne geçenbenim favorim olmadığı için öfke duydum. Yanımda duran münasebetsizin attığı yırtık"Ravachol!" çığlıkları gittikçe katlanılmazlaşıyordu; öfkeden neredeyse kuduracaktım,haykırırken açılan ağzının ortasındaki kara deliğe bir yumruk geçirmeyi ne kadar isterdim.Hiddetten titriyordum, nöbete yakalanmış gibiydim, her an anlamsızca bir şey yapabilecekdurumda olduğumu hissettim. Fakat tam o sırada bir başka at öndekine yetişti. Belki deTeddy'ydi bu, belki de, belki de – bu umutla yeniden heyecanlandım. Gerçekten de o andaeyerin üstünde yükselip atın sağrısına doğru bir hamle yapan jokeyin üstünde kırmızı biryansıma gördüm, evet bu o olabilirdi, o olmalıydı, o, o! Fakat atı niçin hızlandırmıyordu şuhergele? Bir kırbaç daha! Hadi bir daha! Şimdi çok yaklaşmıştı! Şimdi bir karış kalmıştı!Niçin Ravachol kazansındı? Ravachol? Hayır, hayır Ravachol olmaz! Teddy! Teddy! HaydiTeddy! Haydi ileri!Ansızın kendimi zorlayarak geri attım. Ne – ne oluyordu burada? Bu bağıran kimdi? Bu,"Teddy! Teddy!" diye kudurmuş gibi haykıran kimdi? Bendim bu bağıran. Kendimi otaşkınlık halinde yakalayınca korktum. Kendimi tutmak, frenlemek istedim, yaşadığımcoşkunun orta yerinde ansızın kapıldığım utanç azap vericiydi. Ne var ki gözümü pisttenayıramıyordum, orada iki at birbirine yapışmış gibi mücadele ediyordu, Ravachol'ün, oyürekten nefret ettiğim, lanet olası Ravachol'ün ensesindeki gerçekten de Teddy olmalıydı,çünkü şimdi çevremde başkaları da en üst perdeden ve bir ağızdan, "Teddy! Teddy!" diyehaykırıyorlardı, tam bir anda kendime gelmişken bu çığlıklarla yeniden aklım başımdan gitti.O kazanmalıydı, evet o kazanmalıydı ve gerçekten de şimdi, şimdi uçar gibi giden diğer atınarkasından bir baş ileri çıktı, sadece bir karış, bir karış daha ve artık boynu görünüyordu – oanda gonk gümbürdedi ve sevincin, umutsuzluğun ve öfkenin sesi tek bir çığlık halindepatladı. Sabırsızlıkla beklediğim isim bir saniye boyunca bütün göğü doldurarak maviliğeyükseldi. Sonra düştü ve bir yerlerde müzik başladı.Ateş basmış, ter içinde kalmış bir halde, yüreğim çarparak sandalyeden indim. Yaşadığımtaşkın heyecanla o kadar allak bullak olmuştum ki, biraz oturma ihtiyacı hissettim. Rastlantımeydan okuyuşuma boyun eğmiş ve ben daha önce hiç yaşamamış olduğum bir esrimenin,anlamsızca bir sevincin içine düşmüştüm; aslında bu atın kazanmasını istemediğimi,niyetimin paradan kurtulmak olduğunu, her şeyin benim iradem dışında gerçekleştiğinisöyleyerek kendimi boşu boşuna kandırmaya çalıştım. Fakat buna kendim de inanmadım,zaten uzuvlarımda amansızca bir kıpırtı hissetmeye başlamıştım bile, sanki mıknatısla bir yeredoğru çekiliyordum ve nereye çekildiğimi de biliyordum: Zaferimi görmek istiyordum, onuhissetmek, ona. dokunmak istiyordum; para, çok para, parmaklarımın arasında hışırdayanmavi banknotlar istiyordum; tüm bedenimi dolaşan o titreşimi hissetmek istiyordum.Tanımadığım, kötücül bir haz beni ele geçirmişti ve artık hiçbir utanç duygusu ona teslimolmamı engelleyemiyordu. Daha ayağa kalkar kalkmaz hızla, koşarak gişelere gittim, sonderece kaba bir tarzda, gişenin başında bekleyenlerin arasından kendime dirseklerimle yolaçtım, sadece parayı cismen görebilmek için insanları sabırsızlıkla iki yana ittim. İtipkaktıklarımdan biri arkamdan, "Odun!" diye bağırdı; duydum, ama hesap sormak aklımagelmedi, akıl almaz, hastalıklı bir sabırsızlıkla titremekteydim çünkü. Sonunda sıra banageldi, bir tomar mavi banknotu avuçladım. Titreyerek ve aynı zamanda hevesle saydım. Altıyüz kırk kron vardı.Paraları hırsla aldım. İlk düşüncem oynamaya devam etmek, daha fazla, daha fazlakazanmak oldu. Yarış bültenim neredeydi? Ah, o heyecanla fırlatıp atmıştım. Yenisiniedinmek için çevreme bakındım. İşte o zaman adlandıramadığım bir korkuya kapılarakçevredeki herkesin çıkışa doğru uzaklaşarak dağıldığını, gişelerin kapandığını, dalgalananbayrağın indiğini fark ettim. Yarışlar bitmişti. Bu sonuncusuydu. Bir saniye kadar donmuşgibi kaldım. Sonra içimde sanki bir haksızlığa uğramışım gibi bir öfke kabardı. Şimdi bütünsinirlerim gerilmiş titrerken, kanım yıllardan beri olmadığı kadar ateşlenmişken her şeyinbitmiş olduğunu kabul edemiyordum. Fakat yanıldığıma inanarak aldatıcı isteklerle umuduyapay olarak beslemenin yararı yoktu, çünkü renkli kalabalık giderek artan bir hızladağılıyordu, geriye kalan tek tük insanların arasında çiğnenmiş çimenlerin yeşiligörünüyordu artık. Yavaş yavaş asabi bekleyişimin gülünçlüğünü kavrayınca şapkamı aldım –bastonumu o heyecanla turnikelerde unutmuştum belli ki– ve çıkışa yöneldim. Parkgörevlilerinden birisi yaltakçı bir hareketle kasketini kaldırarak bana doğru seğirtti, arabamınnumarasını verince elini ağzının önünde boru gibi tutarak alanın ötesine doğru bağırdı veanında tok nal seslerinin yaklaştığı duyuldu. Arabacıdan ağır ağır anayolu takip etmesiniistedim, çünkü tam da şimdi heyecanım tatlı tatlı düşmeye başladığında bütün olanlarızihnimde tekrar canlandırmak için yoğun bir istek duydum.Tam o sırada başka bir araba önümüze geçti, ister istemez o yana baktım ve başımı hemençevirdim. Arabadakiler o kadın ve semirgin kocasıydı. Beni fark etmemişlerdi. Fakat benanında sanki yakalanmışım gibi pis ve boğucu bir duyguya kapıldım. Elimde olsa arabacıyaseslenip onlardan hemen uzaklaşmak için atları kırbaçlamasını isterdim.Kadınların rengârenk giysileriyle ağaçların yeşil denizinin kıyısında çiçek dolu teknelergibi salınan diğer pek çok faytonun arasında bizimki de kauçuk tekerleklerinin üstündeusulca kayıyordu. Hava yumuşak ve ılıktı, akşam serinliğinin ilk esintileri şimdidenhissediliyor, zaman zaman çiçek kokularını taşıyordu. Fakat daha önce yaşamış olduğum odüşler âlemindeki gibi hoş duygu tekrarlanmadı, dolandırmış olduğum adamla karşılaşmakutancımı tazelemişti. Heyecanımın içine bir aralıktan giren soğuk hava akımı gibi utançsızmıştı. Olanları berrak zihinle bir kez daha düşününce kendi kendimi anlayamaz oldum:Benim gibi bir centilmen, elit tabakaya ait biri, saygın bir yedek subay, ihtiyacı olmayanbulunmuş bir parayı alıp cüzdanına sokmuş, hatta her türlü özrü silecek biçimde taşkın birsevinçle bundan haz almıştı. Daha bir saat öncesinde düzgün, lekesiz bir insan olan ben paraçalmıştım. Ben bir hırsızdım. Ve araba hafif bir tırısla yol alırken ben adeta kendi kendimikorkutmak istercesine, farkına varmadan atların nal sesleriyle aynı ritimde, "Hırsız! Hırsız!Hırsız!" diye tekrarladım.Fakat tuhaf bir şeydi bu, nasıl anlatabilirim bilmiyorum; evet, öylesine açıklanamaz birşey ki, öylesine acayip ve yine de kendimi hiçbir biçimde sonradan yanıltmadığımı biliyorum.O anlarda duygularımın her saniyesinin, düşüncelerimin her titreşiminin öylesine olağanüstübir berraklıkla bilincindeyim ki, böyle bir şeyi otuz altı yıllık yaşamımda daha önce hiçyaşamadım ve buna rağmen olayların bu akıldışı dizilimini, algımdaki bu şaşırtıcı iniş çıkışıortaya dökmeye cesaret edemiyorum; evet, herhangi bir şair veya psikolog bu olanları aklauygun bir şekilde tasvir edebilir miydi acaba, ondan da emin değilim. Benim yapabileceğimsadece olayları hiç beklenmedik bir biçimde ortaya çıktıkları sıraya göre dizmek. Evet, kendikendime, "Hırsız! Hırsız! Hırsız!" dedim. Sonra hiçbir şeyin olmadığı tuhaf, adeta bomboş biran geldi, sadece –ah, bunu ifade etmek ne kadar da zor– kulak verdiğim, kendi içimidinlediğim bir an. Kendimi suçlamış, kendimi yargılamıştım, şimdi yargıç hükmünübildirecekti. İçimi dinlemeye devam ettim, ama bir şey olmadı, hiçbir şey olmadı. Benikendime getirmesini, tarifsiz ve dipsiz bir utanca düşürmesini beklediğim kırbaç gibi şaklayan"hırsız" sözcüğü içimde hiçbir şey uyandırmamıştı. Sabırla birkaç dakika bekledim, sonrakendime biraz daha yakından baktım –çünkü bu inatçı suskunluğun altında bir kıpırtıolduğunu hissediyordum– ve delicesine bir ümitle kendime yönelttiğim bu suçlamayıizlemesi gereken, ama bir türlü gelmeyen o yankıyı, tiksintiyle, öfkeyle, çaresizlikle atılacakçığlığı bekliyordum. Yine hiçbir şey olmadı. Hiçbir yanıt gelmedi. Kendime tekrar aynısözcüğü tekrarladım: "Hırsız! Hırsız!" Bu kez ağır işiten, felçleşmiş vicdanımı uyandırabilmekiçin bağırdım. Yine bir yanıt gelmedi. Sonra birden sanki bir kibrit çakılmış da karanlıkderinliklere tutulmuş gibi bilincimde çakan çiğ bir ışıkla fark ettim ki, ben sadece utanmakistiyordum, ama aslında utanmıyordum, hatta o derinliklerde bir şekilde gizli bir gurur, dahada ötesi, yaptığım o budalalıktan duyduğum bir hoşnutluk vardı.Bu nasıl mümkün olabilirdi? Şimdi kendimden gerçekten korkarak bu beklenmedikyüzleşmeye karşı direndim, fakat içimde kabararak, şiddetle yükselen bir duygu vardı. Hayır,kanımda böylesine hararetle mayalanan şey utanç değildi, öfke değildi, kendimden tiksinmedeğildi; içimde tutuşan, taşkınlığın parlak, harlı alevleriyle kıvılcımlanan şey sevinçti, esrikbir sevinç; çünkü yıllar, yıllar sonra ilk kez o dakikalarda yeniden gerçek anlamda yaşadığımı,duygularımın felçleşmiş, ama henüz ölmemiş olduklarını, tutkunun o sıcak kaynağının herşeye rağmen kayıtsızlığımın pas tutmuş yüzeyinin altında bir yerlerde gizlice akmayısürdürmüş olduğunu hissettim ve şimdi rastlantının sihirli değneği dokununca yüreğimekadar ulaşmıştı. Benim içimde bile, soluk alıyor oluşumu evrenin bir parçası olmaya borçluolsam da benim içimde bile, yeryüzüne ait her şeyde bulunan o gizem dolu volkansı özün,bazen tutkunun sarsıntılarıyla parlayan ateşi hâlâ canlıydı demek ki; demek ki ben deyaşıyordum, canlıydım, kötücül ve ateşli hazları olan bir insandım. Bu tutkunun fırtınasıylabir kapı açılmıştı, içimde bir derinleşme olmuştu ve ben haz dolu bir esrimeyle içimdeki bubilinmeyene bakarken hem korkuyor hem hayat buluyordum. Ve fayton düşler içindekibedenimi üst tabakanın toplumsal dünyasının içinden ağır ağır geçirirken ben basamakbasamak, insana dair olanın içimdeki derinliklerine indim; bu sessiz yolculukta tarifsiz biryalnızlık içindeydim, üstüme sadece aniden aydınlanan bilincimin parlak meşalesinin ışığıdüşüyordu. Gülerek, sohbet ederek dalgalanan bir insan kalabalığının ortasında ben kendikendimi arıyordum, içimdeki o yitik insanı arıyordum, idrak edişin o büyülü sürecinde yıllarıyoklayarak gerilere gittim. Hayatımın tozlanıp körelmiş aynalarında ansızın tümüyle yitikşeyler beliriverdi, daha bir okul çocuğuyken bir arkadaşımın çakısını çaldığımı ve aynı şeytanisevinçle onun herkese sorup çırpınarak her yerde çakısını arayışını izlediğimi hatırladım;birden cinsellikle ilgili bazı anlardaki o gizemli fırtına kokusunun anlamını kavradım,tutkumun sadece körelmiş olduğunu, toplumsal çılgınlık tarafından, dayatılan centilmenlikideali tarafından çiğnenmiş olduğunu anladım, ama yaşamın sıcak nehirleri, çok derinleregömülmüş kanallardan ve çeşmelerden de olsa diğer herkeste olduğu gibi benim içimde deakıyordu. Ah, canlılığım her zaman vardı elbette, sadece yaşamaya cesaret edememiştim,kendimi boğazlamış ve kendimden gizlemiştim; fakat şimdi bütün o baskı altındaki güçpatlamıştı, yaşam denen o zenginlik, o tarifsiz kudret bana galip gelmişti. Şu andaysa yaşamahâlâ bağlı olduğumu biliyordum, yaşamın gerçek yanının –bunu başka nasıl ifade edebilirimki– sahici yanının, çarpıtılmamış yanının içimde filizlendiğini rahmindeki çocuğun ilk kezkıpırdadığını duyan bir kadının doygun mutluluğuyla hissettim. Benim gibi içi ölmüş birinsanın –bunları yazmaktan neredeyse utanç duyuyorum– ansızın yeniden çiçeklenişini,damarlarımda kanın kızıl ve huzursuz akışını, duyguların bu sıcaklıkla ağır ağır uyanışını vetatlı ya da buruk, bilinmeyen bir meyve gibi olgunlaştığımı hissettim. Tannhäuser'in mucizesibenim başıma bir yarış alanının çiğ ışıkları altında, binlerce avare insanın uğultusunun içindegelmişti: Yeniden hissetmeye başlamıştım, kurumuş dal yeniden yeşermiş tomurcukveriyordu.Yanımızdan geçen arabadan bir beyefendi selam vererek adımı seslendi – belli ki ilkselamını görmemiştim. Kendi içime bir sağanak gibi yağmanın, şimdiye kadar yaşadığım enderin rüyanın tatlı kucağında rahatsız edilmenin öfkesiyle irkildim. Fakat selam verenin kimolduğuna baktığım an kendime geldim: Bu, sevgili okul arkadaşım ve şimdi bir savcı olanAlfons'tu. Aklımdan birden beni allak bullak ederek şunlar geçti: Sana dostça selam veren buinsan şimdi ilk kez üzerinde iktidar kazanmış durumda, işlediğin suçu öğrendiği anda elinedüştün demektir. Ne yaptığını bilmiş olsaydı seni bu arabadan da, burjuva hayatının o tasasızrahatlığından da çekip çıkartır, üç beş yıllığına parmaklıkların arkasına, yaşamındöküntülerinin, diğer hırsızların arasına atardı, ki onları o pis hücrelere savuran yoksulluğunkırbacından başka bir şey değildir. Ne var ki korkunun soğuk eli bileğimi ancak bir an içinkavrayabildi, kalbimin atışlarını ancak bir an için durdurabildi – sonra bu düşünceler detekrar coşkun duygulara, akıldışı, küstah bir gurura dönüştü, şimdi çevredeki diğer insanlarıkendimden son derece emin, neredeyse kibirle izlemekteydim. Aklımdan şunlar geçti: Eğernasıl biri olduğumu bilseydiniz, şu anda beni selamlarken yüzünüzde gördüğüm o tatlı,dostane gülümseme kim bilir nasıl donup kalırdı dudaklarınızın kıyısında! Vereceğim selamıbir çamur lekesini silkeler gibi öfkeyle küçümseyerek elinizin tersiyle geri çevirirdiniz. Amadaha siz beni dışlayamadan ben sizi dışladım, bugün öğleden sonra, benim de bir parçasıolduğum o soğuk, kemikleşmiş dünyanızın dışına fırlattım kendimi, pistonların üstündeduygusuzca kayan ve kendi etrafında kibirle dönen o büyük mekanizmada sessizce çalışan birçarktım ben de. Hiç bilmediğim bir uçurumun içine düştüm, yine de o bir saatin içinde sizinaranızda geçirdiğim kaskatı yıllardan çok daha canlı hissettim kendimi. Size ait değilim artık,içinizden biri değilim, ama yükseklerde ama diplerde dışınızda bir yerlerdeyim, fakat asla veasla sizin burjuva refahınızın düz kumsallarında değilim artık. İlk kez iyiliğin ve kötülüğüninsanın içinde yaratabileceği haz adına ne varsa hepsini hissettim, fakat benim nerelerevardığımı asla bilemeyeceksiniz, beni asla tanıyamayacaksınız: Ey siz insanlar, siz benimsırrımı nereden bileceksiniz!Şık giyimli bir centilmen olarak mesafeli bir ifadeyle selamlar verip teşekkürler ederek dizidizi faytonların arasında yol alırken o bir saat içinde hissetmiş olduğum şeyleri nasıl ifadeedebilirim! Dış kabuğum, eskiden ben olan o insan, çevresindeki diğer yüzleri hâlâ görüptanırken içimde öylesine baş döndürücü bir müzik çağıldıyordu ki, bu çılgın gümbürtününiçinden haykırarak dışa bir şey yansıtmamak için kendimi zorlamam gerekti. İçimdeki bukabarmanın verdiği fiziksel işkence duygusuyla elimi boğulan biri gibi yüreğimin altındagümbür gümbür attığı göğsümün üstüne şiddetle bastırmak zorunda kaldım. Fakat acı olsun,haz olsun, korku olsun, dehşet veya pişmanlık olsun, hiçbirini tek ve diğerlerinden ayrıhissetmedim, hepsi iç içe geçip erimişti; sadece hissettiğimi, yaşadığımı, nefes aldığımıduyuyordum. Ve yıllardır unutmuş olduğum bu en basit, en temel duygu beni sarhoş etti.Otuz altı yıllık hayatımın hiçbir anında, canlı olduğumu bu baş döndürücü bir saat boyuncahissettiğim kadar coşkuyla hissetmemiştim.Araba hafif bir sarsıntıyla durdu, arabacı dizginlere asılmıştı, bana doğru dönerek eve migitmek istediğimi sordu. İçimdeki âlemin sarhoşluğundan sıyrılarak gözlerimi ağaçlık yolaçevirdiğimde ne kadar uzun süre düşlere dalmış olduğumu, esrikliğimin nasıl saatlereyayıldığını şaşırarak fark ettim. Hava kararmıştı, ağaçların tepelerinde hafif bir rüzgârsalınıyordu, kestanelerin akşam yaydıkları koku serinliğin içinden hissediliyordu. Ve dallarınpeçesinin ardından ay ışığı gümüş ışıltılarıyla süzülmeye başlamıştı bile. Bu kadar gezintiyeterdi artık, yetmeliydi. Ama yeter ki şimdi eve, alışılmış eski dünyamın içinedönmeyeydim! Arabacının parasını ödedim. Cüzdanımı çıkartıp parmaklarımın arasındakibanknotları sayarken parmak uçlarımdan hafif bir elektrik şoku yayılır gibi oldu: O utançduyan eski benin bir yanı içimde hâlâ uyanık olmalıydı. Tükenmekte olan centilmenlik ruhuhâlâ can çekişmekteydi, yine de çalıntı parayı parmaklarımın arasında büyük bir neşeyleçevirdim, sevinç beni cömertleştirmişti. Arabacı öyle abartılı teşekkür etti ki elimde olmadangülümsedim: Ah, paranın nereden geldiğini bir bilseydin! Atlar harekete geçti, araba yolunadevam etti. İnsanın mutlulukla yaşamış olduğu karaya limandan ayrılan bir gemiden bir kezdaha bakması gibi arkasından baktım.Gülen, konuşan, müzikle dalgalanan kalabalığın ortasında bir an dalgın ve çaresiz öylecedurdum. Saat yediye gelmiş olmalıydı, düşünmeden her Prater ziyareti sonrasında toplulukiçinde yemek yeme alışkanlığında olduğum Sachergarten'e yöneldim, herhalde faytoncu dabeni özellikle burada bırakmıştı. Fakat elit bahçe restoranının kapı ziline dokunduğum andabir şey beni engelledi: Hayır, bu dünyaya dönmek istemiyordum henüz, gizemli bir şekilderuhumu dolduran o muhteşem mayalanmanın kaygısızca sohbetlerin içinde dağılıp gitmesiniistemiyordum, saatlerden beri kendimi zincirlenmiş hissettiğim maceranın kıvılcımlıbüyüsünden henüz kopmak istemiyordum.Bir yerlerden boğuk, yolunu şaşırmış bir müzik sesi geliyordu, elimde olmadan peşinedüştüm, çünkü bugün her şey beni cezp ediyordu, kendimi tümüyle rastlantıya bırakmaktanbüyük bir haz duyuyordum ve usulca dalgalanan bir insan denizinin ortasındaki bukörlemesine sürüklenişin olağanüstü bir cazibesi vardı. Kanım bu fokurdayan sıcak, kıvamlıinsan bulamacının içinde iyice kabarmıştı: Bir anda yay gibi gerilmiş, uyarılmıştım; bu insannefesi, toz, ter ve tütün karışımı geniz yakan dumansı kokunun içinde bütün duyularımsonuna kadar açılmıştı. Çünkü önceleri, hatta daha dün, kusursuz bir centilmen olarakyaşamım boyunca kibirle kaçındığım; adi, bayağı ve avam bulduğum her şey yeni uyananiçgüdülerimi büyülercesine çekiyordu; sanki hayvansı, dürtüsel ve bayağı olanla kendiaramda ilk kez bir yakınlık hissediyordum. Burada şehrin döküntülerinin, askerlerin,hizmetçi kızların, serserilerin arasında kendimi bir şekilde iyi hissediyordum ve bu benimiçin tümüyle anlaşılmaz bir şeydi: Soluduğum havadaki geniz yakan kokuyu bir çeşit hazlaiçime çekiyordum, yumak olmuş bir kalabalığın içinde iteklenip sıkıştırılmak hoşumagidiyordu ve içinde bulunduğum anın beni iradem dışında sürükleyeceği noktayı şehvetli birmerakla bekliyordum. Ayaktakımının Prater'inden gelen zil ve trampet sesleri giderek tizleşipyükseliyor, müzik dolapları tekdüze bir ritimle sert polkalar ve hareketli valsler çalıyorlardı;bunlara barakalardan gelen boğuk darbe sesleri, çıngıraklı kahkahalar, dağınık sarhoş naralarıkarışıyordu ve şimdi de çocukluğumun atlıkarıncalarının çılgın ışıklarının ağaçların arasındadöndüklerini görüyordum. Meydanın orta yerinde durup bütün o patırtının ruhumaçarpmasını, gözlerimi, kulaklarımı doldurmasını bekledim: Bu gürültü çağlayanı, bucehennemi kargaşa bana iyi geliyordu, çünkü bu patırtıda benim içimdeki tufanı dindiren birşeyler vardı. Hizmetçi kızların adeta cinselliklerini de çınlatan çağıltılı zevk kahkahalarıatarak eteklerini savura savura salıncakların üstünde göklere yükselişlerini, kasap çıraklarınınağır balyozları güç ölçme aletinin üstüne gülerek indirişlerini, çığırtkanların müziğingürültüsünü bastırmaya çalışarak kısılmış sesleri ve maymunsu jestleriyle oradan orayakoşturmalarını seyrettim; bütün bunlar kalabalığın binlerce sesin birbirine karıştığı, aralıksızhareket eden, kalitesiz müzikle esrimiş bedeniyle, ışıkların titreşmeleriyle ve kendi bir aradaoluşlarının sıcak hazzıyla nasıl da ağdalanarak karışıyordu. Kendi aymazlığımdankurtulduktan sonra birden başkalarının yaşamlarını da hissetmeye başlamıştım, milyonlukkentin kızışmışlığını, kendini hararetle ve yüklenmiş bir halde pazar akşamının şu birkaçsaatine akıtışını, kendi doluluğundan uyarılarak karanlık, hayvansı, ama bir şekilde desağlıklı ve dürtüsel bir haz duyduğunu hissediyordum. Ve bu sıcak, tutkulu, sıkış tıkışbedenlerle sürekli temas halinde olmaktan, onlara sürtünmekten o ateşli kösnüllüğün yavaşyavaş bana da geçmeye başladığını fark ettim: Keskin kokuların uyardığı sinirlerim gerilerekbedenimin dışına uzanmıştı adeta, duyularım gürültünün içinde sarhoşlukla kıpırdıyor ve hergüçlü hazza karışması kaçınılmaz olan o altüst edici esrimeyi hissediyordu. Yıllardan beri ilkkez, belki de hayatımda ilk kez kitleyi hissediyordum; benim onlardan kopuk, ayrı varlığımahaz akıtan bir güç olarak insanları hissediyordum. Bir set yıkılmıştı ve damarlarımdan birşeyler bu dünyanın içine akıyor, sonra ritmik olarak tekrar geri dönüyordu, şimdi içimiyepyeni bir tutku kaplamıştı; onlarla aramdaki son ince zarı da yırtmak, onlara karışmakistiyordum; bu ateşli, yabancı, kaynama halindeki insanlıkla çiftleşmek için dayanılmaz biristek duyuyordum. Bir erkeğin hazzıyla, bu ateşli dev bedenin fokurdayan kucağına yerleşmearzusu duyarken dişil bir haz da beni her temasa, her seslenişe, her çağrıya, her kucaklamayaaçık hale getiriyordu – artık bana ne olduğunu biliyordum, içimde aşk vardı ve sadeceyeniyetmelik günlerinin o karmaşası içinde duyulabilecek türden bir aşk gereksinimi vardı.Ah, ne olursa olsun bu canlılığın içine dalmalıydım, başkalarının bu nabız gibi atan, gülen,soluk alan tutkusuna bir şekilde ben de katılmalıydım, ne olursa olsun ben de içlerinekarışmalı, damarlarında akmalıydım; kalabalığın ortasında iyice küçülmeli, adsızlaşmalıydım,dünyanın kirinin içinde bir tekhücreliden ibaret kalmalıydım, on binlerle birlikte çamurlarıniçinde zevkten titreyerek kıvılcımlanan bir yaratık olmalıydım – ne olursa olsun bu bereketin,bu anaforun içine atlamalı, kendimi kendi gerginliğimden bir ok gibi fırlatmalıydımbilinmeyenin içine doğru, beraberliğin göklerine doğru.Şimdi biliyorum ki ben o zaman sarhoştum. Kanımda her şey, atlıkarıncaların çanınıngümbürtüsü, erkeklerin el attığı kadınların hafif haz kahkahaları, müziğin karmaşası,eteklerin uçuşması, hepsi birbirine karışmış çılgın gibi akıyordu. En küçük ses bile içimesaplanıyor, sonra bir kez daha burkularak şakaklarımda zonkluyordu; her dokunuşu, herbakışı olağanüstü bir hassasiyetle sinir uçlarımda hissediyordum (deniz tutmasında olduğugibi), ama bunların hepsi baş döndürücü bir bağlantı içinde oluyordu. İçine düşmüşbulunduğum durumun karmaşıklığını sözcüklerle ifade etmem olanaksız, ama belki de bunuen iyi bir benzetmeyle anlatabilirim: Gürültüyle, duygularla, seslerle aşırı dolmuş olduğumusöylerken, bir an sonra aksını kırabilecek bir basınçtan kurtulmak için tüm çarklarıyladelicesine dönen bir makine gibi aşırı ısınmış olduğumu kastediyorum. Kızışmış kanımparmak uçlarımda atıyor, şakaklarımda zonkluyor, boğazımı sıkıyor, alnımı zorluyordu –yıllar süren duygusal uyuşukluktan sonra bir anda beni kül eden bir ateşe yakalanmıştım.Şimdi kendimi açmam, kendi içimden fırlayıp çıkmam, bir sözcükle, bir bakışla kendimianlatmam, dışıma taşmam, kendimi elden çıkarmam, teslim etmem, basitleştirmem, çözmemgerektiğini hissediyordum – suskunluğun, beni bu sıcak, akışkan, canlı unsurdan ayıran sertkabuğundan kurtarmalıydım kendimi bir şekilde. Saatlerden beri hiç konuşmamış, kimseninelini sıkmamış, kimsenin anlayışlı ve soran bakışlarıyla karşılaşmamıştım ve şimdiyaşadıklarımın akını altında bu uyarılmışlık hali suskunluğun karşısında büyüyordu. Hiç amahiçbir zaman, binlerce insanla birlikte dalgalandığım, dört bir yanımdan sıcaklıkla vesözcüklerle kucaklandığım, ama yine de bu doluluğun akışından kopuk olduğum şu ankikadar büyük bir paylaşma, bir insan yakınlığı ihtiyacı duymamıştım. Denizde susuzluktanölen biri gibiydim. Bir yandan da bu eziyetin her an arttığını, sağımda solumda her an yabancıbir şeylerin birbirine dokunarak birleştiğini, cıva küreciklerinin oyun oynarcasına bir arayageldiklerini görüyordum. Delikanlıların tanımadıkları kızların yanından geçerken onlara lafattıklarını ve daha ilk sözcükten sonra kollarına girdiklerini, her şeyin buluştuğunu vebirleştiğini gördükçe içimi bir kıskançlık kaplıyordu. Atlıkarıncada bir selam, geçerken birbakış yetiyordu ve birbirlerini tanımayan insanlar bir sohbete girip kaynaşıyorlardı, belki debirkaç dakika sonra tekrar ayrılmak üzere, ama bu yine de bir bağdı, buluşmaydı, anlaşmaydıve o an benim tüm varlığım bunlar için tutuşuyordu. Oysa sosyal ortamlarda konuşmabecerisine sahip, tarzına güvenen ve aranan bir sohbet arkadaşı olan ben, korkudanölüyordum, benimle alay edecekleri endişesiyle o geniş kalçalı hizmetçi kızlardan biriylekonuşmaya çekiniyordum, hatta biri tesadüfen benden yana baktığında gözlerimi yereçeviriyordum, ama içimden tek bir sözcük için yanıp tutuşuyordum. Bu insanlardan neistediğim kendim için bile net değildi, sadece yalnız kalmaya ve kendi ateşimle kavrulmayadaha fazla dayanamayacaktım. Fakat bütün bakışlar beni yalayıp geçiyordu, kimse varlığımıhissetmek istemiyordu. Bir ara on iki yaşlarında üstü başı dökülen bir oğlan yakınıma geldi,ışıkların yansısı bakışlarını aydınlatmıştı, hoplayan tahta atlara öylesine bir özlemlebakıyordu ki. Küçük ağzı susuzluktan yanarmış gibi açık duruyordu: Belli ki binecek parasıyoktu ve diğerlerinin bağırışlarından ve kahkahalarından pay çıkartmaya çalışıyordu.Kendime ite kaka yol açarak ona yaklaştım ve "Sen de bir tur binmek ister misin?" diyesordum – fakat sesim niçin böyle titremiş ve tiz bir şekilde çatlamıştı? Bana baktı, korktu –Niçin? Niçin?– sonra kıpkırmızı oldu ve tek bir şey söylemeden kaçıp gitti. Yalınayak birçocuk bile benden bir armağan kabul etmek istemiyordu. Öyle hissediyordum ki, bendeonlara korkunç yabancı gelen bir şeyler vardı, bu yüzden hiçbir şekilde aralarına karışamıyor,beni saran bu yoğun kitleden kopuk bir şekilde suyun üzerindeki bir yağ damlası gibi tekbaşıma yüzüyordum.Fakat pes etmedim, daha fazla yalnız kalamazdım. Tozlu rugan ayakkabılarımın içindeayaklarım yanıyordu, çıkan dumanların yoğunluğundan boğazım kurumuştu. Etrafabakındım: İki yanımdan akan insan selinin arasında küçük adacıklar gibi duran yeşil alanlarvardı, buralarda halktan insanlar çıplak tahta sıralara oturmuş, kırmızı kareli örtüler serilimasaların başında biralarını içiyor, pazar günü pipolarını tüttürüyorlardı. Görüntü çekiciydi,birbirlerini tanımayan insanlar bir arada oturmuş sohbet ediyorlardı, o çılgın kargaşanınortasında bir parça huzur vardı burada. İçeri girdim, masaları gözden geçirdim, sonundairiyarı bir esnafın karısı, iki neşeli kızı ve küçük oğluyla birlikte oturduğu bir tanesini gözümekestirdim. Müziğe uyarak başlarını sallıyorlar, birbirleriyle şakalaşıyorlardı, onların huzurluve neşeli bakışları beni rahatlattı. Nezaketle selam verip bir sandalyeye dokunarak oturmakiçin izin istedim. Kahkahaları anında dondu, bir an hepsi sessiz kaldı (sanki her biri birdiğerinin onayını bekliyordu) ve sonunda kadın adeta şaşkınlıkla, "Buyurun lütfen!Buyurun!" dedi. Oturdum ve anında, varlığımla onların o dizginsiz neşesini yerle bir ettiğimduygusuna kapıldım, çünkü masaya birden tedirgin bir sessizlik çökmüştü. Gözlerimiüzerinde tuz ve karabiber tozlarının birbirine karışarak kirlettiği masa örtüsünden kaldırmayacesaret edemesem de hepsinin hayretle beni izlediğini hissettim ve derhal üzerimdeki özelseçilmiş takımla, Paris modeli silindir şapkamla, güvercin grisi kravatımdaki inci iğneyle bualt tabaka lokantası için fazla şık olduğumu anladım –ne yazık ki çok geç!– şıklığını veyaydığım lüks dalgaları burada da hemen düşmanca ve bulanık bir atmosfer yaratmıştı. Ve beşinsanın bu suskunluğu beni, acı bir umutsuzlukla tekrar tekrar kırmızı karelerini saydığımmasaya giderek daha fazla yapıştırdı, utanç beni olduğum yere çivilemişti, aniden kalkıpgidemiyordum, utanç dolu bakışlarımı kaldırmaya bile korkuyordum. Sonunda garsonungelip ağır bira bardağını önüme bırakması benim için bir kurtuluş oldu. Böylece bir elimihareket ettirme ve bardağın kenarından ürkerek de olsa masaya bir göz atma fırsatı buldum:Beşi de beni izliyordu gerçekten, nefretle değilse de sessiz bir hayretle. Kendi basitdünyalarına sızmaya çalıştığımı görmüşlerdi; orada kendi dünyama ait olmayan bir şeyleriaradığımı; beni oraya sevginin, ilginin, valsin, biranın, pazar keyfinin verdiği berrak neşenindeğil de, anlamadıkları, ama kuşku duydukları bir hevesin çektiğini, ait oldukları sınıfın safiçgüdüsüyle hemen sezmişlerdi; aynı atlıkarıncanın başında armağanımı kabul etmeyen oküçük oğlan gibi, aynı koca kalabalığın içinde benim şıklığımdan, görmüş geçirmiş halimdenfarkına varmadıkları düşmanca bir duyguyla kaçan onca insan gibi. Yine de onlara söyleyecekbasit, yürekten, gerçekten insanca iki sözcük bulabilsem, babanın veya annenin bana karşılıkvereceklerinden, kızların hoşnutlukla gülümseyeceğinden, oğlanla atış barakalarından birinegidip çocukça eğlenebileceğimden emindim. Beş on dakika içinde kendimden kurtulupsıradan bir sohbetin rahatlatıcı ortamına kabul edilebilir, gönülden bir içtenlikle, hattamemnuniyetle karşılanabilirdim – ama o basit sözcükleri bulamıyor, sıradan bir sohbetibaşlatamıyordum, olmuyordu; gereksiz, budalaca, ama ağır basan bir utanç boğazımıdüğümlüyordu ve ben bu basit insanların masasında gözlerim yerde, üstelik oradakiuygunsuz varlığımla pazar gününün son saatlerinin tadını kaçırmanın azabı içinde bir suçlugibi oturuyordum. Orada öyle çakılmış gibi dururken, buna benzer yüzlerce masanın,binlerce dost insanın önünden bir kez bile bakmayı düşünmeden, sadece kendi dar elitçevrem içindeki başarıya veya takdire önem vererek geçip gittiğim onca yılın kayıtsızcakibrinin kefaretini ödedim ve yaşadığım şu dışlanmışlık halinde ihtiyaç duyduğum dolaysıziletişimin, o iddiasız sözcüklerin etrafının içimde sımsıkı örülmüş olduğunu hissettim.Böylece o güne kadar özgür bir insan olan ben, garson sonunda gelene kadar eziyet içindebüzülerek, durmadan masa örtüsündeki kırmızı kareleri sayarak bekledim. Hesabımı isteyipödedim, neredeyse dokunmadığım birayı masada bırakarak kalktım ve vedalaştım.Masadakiler dostça karşılık verdiler, ama yadırgadıkları da belliydi: Ben arkamı dönerdönmez, o yabancı cisim aralarından atılır atılmaz masadaki canlılığın ve neşenin geridöneceğini, sıcak ve samimi sohbetin kaldığı yerden devam edeceğini bakmadan biliyordum.Kendimi tekrar insan selinin içine attım, bu kez daha hırslı, daha istekli ve ümitsizdim. Buarada karanlık siluetleri göğe yükselen ağaçların altında kalabalık biraz daha seyrelmişti, artıkatlıkarıncaların ışıklarının altında eskisi kadar yoğun ve hareketli bir kaynaşma yoktu,yalnızca meydanın en dış kenarında belli belirsiz bir kımıltı hissediliyordu. Ayrıca kalabalığınderin, fokurtulu, adeta haz soluyan uğultusu da küçük küçük sesler halinde çözülmüştü vebir yerlerde müzik ayrılanları tekrar geri çağırmak istercesine şiddetle ve taşkıncayükseldiğinde hemen dağılıp gidiyordu. Şimdi ortalıkta başka türden yüzler belirmişti,ellerinde balonları, renkli konfetileriyle çocuklar çoktan evlerine dönmüş, yayıla yayıladolaşan pazar gezmesine çıkmış aileler de gitmişlerdi. Şimdi ortalıkta sadece bağrışansarhoşlar ve artık bitkin düştükleri belli olsa da hâlâ aranarak yan yollardan çıkan başıboşdelikanlılar vardı. Tanımadığım insanların masasında çivilenmiş gibi oturup kaldığım o birsaat içinde bu tuhaf dünya iyice bayağılığa doğru kaymıştı. Fakat küstahça ve tehditkârca gözkırpan bu âlem bir şekilde daha önceki aile ortamından daha çok hoşuma gitti. İçimdeuyarılmış olan içgüdü burada benzer bir açlığın gerilimini algılamıştı; bu kuşkulu tiplerin,toplumun bu atıklarının resmigeçidinde bir bakıma kendi yansımı bulmuştum: Onlar daburada benim gibi yakıcı bir macera peşinde olmanın huzursuz bekleyişiyle deli gibi dolanıpduruyorlardı ve bunu öylesine açık ve aleni yapıyorlardı ki, bu çulsuz herifleri bilekıskandım; çünkü ben suskunluğun baskısından, yalnızlığımın azabından kurtulmaihtiyacının sabırsızlığıyla, nefes nefese bir atlıkarıncanın direğinin dibine sinmiştim ve yine dekıpırdamaktan, seslenmekten, bir söz söylemekten acizdim. Orada öylece durup gözlerimititreşerek dönen ışıkların yansıdığı meydana dikmiş, parlaklığın çekimine kapılarak bir aniçin başını çeviren her insana bulunduğum ışıklı adacığın içinden budalaca bir beklentiylebakıyordum. Fakat bütün bakışlar üzerimden umursamazca kayıp gidiyordu. Kimse beniistemiyor, kimse bana yaklaşmıyordu.Toplumun benim gibi varlıklı, bağımsız, milyonluk bir şehrin en önde gelenleriylegörüşen, uygar ve seçkin bir bireyinin o gece tam bir saatini Prater'de kötü gıcırtılarçıkartarak hiç durmadan sallanan bir atlıkarıncanın direğinin dibinde geçirdiğini; yirmi, kırk,yüz kez aynı cızırtılı polkayı, aynı baygın valsi dinlediğini, önünden geçen boyalı tahtadanyapılma aynı şapşal at kafalarını seyrettiğini ve küskün bir inatla, kaderin iradeye baskınçıkardığı büyüye benzer bir duyguyla yerinden kıpırdayamadığını birilerine anlatmayaçalışmanın çılgınlık olduğunu biliyorum. O sıradaki davranışlarımın anlamsız olduğunubiliyorum, fakat o saçma inatta, insanın bedeninde ancak bir uçuruma düşerken ölüme azkala duyabileceği türden çeliksi bir kasılma, duyumsal bir gerilim söz konusuydu; bomboşgeçip gitmiş olan tüm yaşamım birdenbire geri hücum etmiş ve gırtlağıma kadar yığılmıştı. Vebirisinden gelecek herhangi bir sözcük, bir bakış beni kurtarana kadar beklemek, direnmekşeklindeki bu anlamsızca çılgınlığımla kendime ne kadar eziyet edersem bu eziyetten bir okadar da haz alıyordum. O direğin dibinde dikilirken bir şeylerin kefaretini ödüyordum, ohırsızlıktan çok yaşamımdaki bunaltıcılığın, boşluğun, yavanlığın cezasıydı bu ve kaderinbeni serbest bıraktığına dair bir işaret gelmeden oradan ayrılmamaya kararlıydım.Zaman geçtikçe gece daha da yakınlaşıyordu. Barakalarda ışıklar birbiri ardına sönüyor,ardından karanlık bir sel gibi kabarıp çimenlerin üzerindeki aydınlık lekeleri yutuyordu:Benim durduğum ışıklı adacık giderek yalnızlaşıyordu ve ben saate artık titreyerekbakıyordum. Bir on beş dakika daha vardı, sonra benekli tahta atlar duracak, alınlarındakikırmızılı yeşilli ampuller sönecek, kurulu müzik dolabının süresi bitecek, sesi kesilecekti. Ozaman ben karanlıkta, hafifçe hışırdayan gecenin içinde tamamen yalnız, tamamen itilmiş,terk edilmiş kalacaktım. Kararmakta olan meydana bakarak endişem giderek artıyordu, artıkgelip geçen çok azalmıştı, nadiren aceleyle eve dönen bir çiftin geçtiği veya birkaç sarhoşdelikanlının yalpaladığı görülüyordu; ne var ki karşı tarafta, gölgelerin içinde, huzursuzca vemeydan okuyarak gizli bir yaşam sürüyordu hâlâ. Yoldan birkaç adam geçtiğinde ara sıra hafifbir ıslık veya ağız şapırtısı işitiliyordu. Sonra karanlıklardaki çağrıya uyup o yanasaptıklarında, gölgelerin arasından kadın fısıltıları geliyor, rüzgâr ara sıra tiz kahkahalardankopardığı parçaları bu tarafa sürüklüyordu. Kıpırtıların giderek karanlığın kıyısından aydınlıkmeydana doğru küstahça yaklaştığı, fakat lambalardan yansıyan ışıkta bir bekçi miğferininucu görünür görünmez hemen geri çekildiği hissediliyordu. Bekçi turuna devam ederkenuzaklaştığı anda hayaletimsi gölgeler tekrar beliriyordu, kalabalığın seli çekildikten sonrageriye kalan son balçık, geceler âleminin son atığıydı bunlar: Kendi yatağı olmayan,gündüzleri bir minderin üstünde uyuyup geceleri durmadan sürten; kullanılmış, kirletilmiş,bozulmuş bedenlerini şu karanlığın içinde bir yerlerde üç kuruş karşılığı herkese açan, açlığınveya bir serserinin zoruyla sürekli karanlıklarda dolaşan, polisin her yerde peşinde olduğu,hem avlanan hem avlayan en yoksul ve dışlanmış cinsten birkaç fahişe. Yaşamın zorluklaışıyan ve zaten yakında bir hastanede veya hapishanede sönecek olan korunu canlı tutabilmekiçin bir sokak meyhanesinden sıcak şarap almak üzere bir veya iki kron karşılığında ateşinisöndürebilecekleri bir erkek, geride kalmış bir gece kuşu bulma umuduyla aç köpekler gibiyavaş yavaş aydınlık meydana doğru yaklaşıyorlardı. Pazar günü kalabalığında bütün günkabaran kösnüllüğün atığıydı, son posasıydı bunlar ve ben şimdi karanlığın içinden hayaletlergibi çıkan bu aç mahlukları bulunduğum yerden ölçüsüz bir dehşet içinde seyrediyordum.Fakat bu dehşette bile büyülü bir haz vardı, çünkü bu en kirli aynada bile unutulmuş vekörelmiş duygularımı yeniden gördüm: Burada yıllar önce içinden çoktan geçip gittiğim veşimdi yeniden fosforlanarak duyularımda kıvılcımlanan derin, bataklık bir âlem vardı. Buolağanüstü gecenin ansızın karşıma çıkarttıkları, kapanıp kalmış ruhumun birdenbireaçılması, geçmişimin en karanlık yanlarının, en gizli dürtülerimin şimdi apaçık karşımdaduruyor olması tuhaftı. Ürkek bakışlarımın çekimlerine kapılarak merakla, ama aynı zamandada ödlekçe bir yılgınlıkla bu türden yaratıklara takılıp kaldığı yeniyetme yaşlarımın derinleregömülüp kalmış o bunaltıcı duyguları, ilk kez gıcırdayan rutubetli basamakları bir kadınınpeşinden çıkıp yatağına girdiğim günün anısı yüzeye çıkmıştı – ve ansızın, sanki bir şimşekgecenin karanlığını yırtmış gibi, o unutulmuş anının her ayrıntısını, yatağın üstündeki yağlekesini, kadının boynundaki nazarlığı net olarak gördüm; o anki hararetimi, o belirsizbunaltıyı, tiksintiyi ve ilk yeniyetme erkek gururunu yeniden hissettim. Bütün bunlar ansızındalgalanarak bedenimden geçti. İçime birden müthiş bir görüş berraklığı aktı ve –bu tarifsizhali nasıl anlatsam!– ben bir anda her şeyi, yaşamın son atıkları oldukları için böylesineyakıcı bir acımayla onlara beni neyin bağladığını gördüm ve bir kez suçla uyarılmış olaniçgüdülerim bu olağanüstü gecede benimkine çok benzeyen o aç avareliği, o her temas, hertesadüfi ve yabancı haz karşısında neredeyse suç oluşturacak ölçüde açık oluşu hissetti.Karanlığın içinde başka varlıklar, insanlar da olduğunu; nefes alan, konuşan, başkalarından,belki benden de, –ki benim beklediğim sadece kendimi sunmaktı, çılgınca bir istekle insanakavuşmak için tutuşuyordum– bir şeyler bekleyen birileri olduğunu hissedince büyülenmişgibi onlara doğru çekildim, cüzdanımdaki çalıntı para göğsümün üstünde birden ateş gibiyanmaya başladı. Ve erkekleri böyle kadınlara neyin çektiğini birden anladım, sebep kanınkaynamasından, arzunun kabarmasından çok, aksi takdirde aramızda yükselen ve benim ateşalmış duygularımla bugün ilk kez algıladığım dehşet verici bir yabancılık duygusu, yalnızlıkkorkusuydu yalnızca. Bu boğucu duyguyu en son ne zaman hissettiğimi hatırladım:İngiltere'de, Manchester'daydı, ışıksız bir göğün altında yaşayan, bir metro gibi gürültüyeboğulmuş, ama aynı zamanda insanın gözeneklerinden içine kadar işleyen yalnızlıktan buzkesmiş o çeliksi şehirlerden birindeydi. Orada üç hafta akrabalarımın yanında kalmış,barlarda, kulüplerde her gece tek başıma rastgele dolaşmış ve biraz olsun insan sıcaklığıhissetmek için durup durup hep aynı ışıltılı müzikhole gitmiştim. Ve bir akşam orada böylebirini buldum, konuştuğu sokak İngilizcesini neredeyse hiç anlamıyordum, ama kendimibirdenbire bir odada bulmuştum; yabancı dudaklardan kahkahalar içiyordum, yanımda elletutulacak kadar yakın ve sıcak bir beden vardı. O karanlık, soğuk şehir, o gürültülü, kasvetliyalnızlık bir anda eriyip yok oldu, tek işi öylece durup gelebilecek herkesi beklemek olan biriçıkıp insanı kurtararak bütün buzlarını çözebiliyordu; tekrar özgürce nefes alıp, o çelikzindanın ortasında yaşamın aydınlık hafifliğini tekrar hissedebiliyordunuz. Bunu bilmek, pekçok elin dokunuşuyla aşırı kirlenmiş, yaşlılıktan katılaşmış, aşınmış da olsa, korkularındankurtulmak için tutunabilecekleri, sarılabilecekleri herhangi bir şeyin olduğunu hissetmekyalnızlar için, kendi içine hapsolmuş insanlar için ne mucizevi bir şeydi. Benim o gece başımdönerek tekrar yüzeyine çıktığım yalnızlığın en dibine vurduğumda unuttuğum şey iştebuydu, en sona kalan bu insanların bir yerlerde, son bir köşe başında, her türlü teslimiyetikarşılamaya, her türlü ateşi söndürmeye hazır hep bekliyor olduklarıydı, hem de her zamanhazır bekleyişlerinin sunduğu o müthiş şey karşısında, insani varlıklarının o büyük armağanıkarşısında ölçüsüzce küçük kalan ufak bir para karşılığında.Yanımda atlıkarıncanın müzik dolabı tekrar uğuldayarak çalmaya başladı. Bu son turdu,pazar gecesi kasvetli yeni haftaya kavuşmadan önce dönen ışıkların karanlığa son saçılışıydı.Fakat artık gelen yoktu, tahta atlar o çılgın döngülerinin içinde boş koşuyorlardı, kasadakiyorgunluktan tükenmiş kadın artık günün hasılatını toparlıyor, ayak işlerine bakan çocuk daelinde kancalı sırık, barakanın kepenklerini gümbürdeterek indirmeye hazırlanıyordu. Sadeceben hâlâ orada duruyordum, direğe dayanmış tek başıma duruyor ve artık sadece benim gibiaranan, benim gibi beklenti içindeki tiplerin yine de aralarında yabancılığın aşılmazboşluğuyla yarasalar gibi dolaştığı boş meydana bakıyordum. Fakat şimdi içlerinden biri benifark etmiş olmalıydı, çünkü yavaş yavaş yaklaşıyordu, inik gözkapaklarımın altından kadınınçok yakınıma geldiğini gördüm: Ufak tefek, yamuk, raşitik bir mahluktu; şapkası yoktu,zevksiz ve süslü elbisesinin altından aşınmış dans ayakkabıları görünüyordu; herhalde hepside eskiciden veya yol kenarı tezgâhlarından alınmış ve o zamandan beri de otların üstündeyaşanan kirli maceralarla veya yağmurla yıpranıp aşınmıştı. Olta gibi saplanan bakışları vebozuk dişlerini gösteren davetkâr gülümsemesiyle yaltaklanarak gelip yanımda durdu. Donupkaldım. Kıpırdayamıyor, ona bakamıyor, oradan çekip gidemiyordum da: Hipnozaltındaymışım gibi bir insanın bana istekle yaklaştığını, birisinin bana talip olduğunuizliyordum; artık istersem bu iğrenç yalnızlıktan, bu azap verici dışlanmışlık duygusundan birjestle, bir sözcükle kurtulabilirdim. Fakat hareket etmek elimde değildi, yaslandığım direkgibi kaskatı ve bir tür şehvetli bitkinlikle, –bu arada dönmedolabın melodisi ağırlaşıpsönmeye başlamıştı– yakınımdaki varlığı ve bana yönelen isteği hissediyordum sadece vedünyanın karanlık yanından gelen bu insani ilginin büyülü çekimine bir an için olsunkendimi tümüyle terk etmek üzere gözlerimi yumdum.Atlıkarınca durdu, valsin melodisi inleyen son bir tınıyla tükendi. Gözlerimi açtım veyanımdaki siluetin dönüp gitmek üzere olduğunu gördüm. Orada donmuş gibi duran birininyanında beklemek canını sıkmıştı belli ki. Korkuya kapıldım. Bir anda buz kestim. Buolağanüstü gecede yanıma gelen, bana açık olan tek insanı niçin kaçırmıştım? Arkamdaışıklar söndü, kepenkler tangırdayarak indi. Bitmişti.Ve aniden –ani bir serpintiyle yükselen o sıcak dalgayı kendime bile nasıl tasviredebileceğimi bilmiyorum– aniden –göğsümde bir damar yırtılmış gibi öylesine ani, öylesinesıcak, öylesine kızıl, yükseldi– benim gibi tümüyle sınıfsal onurunun arkasına saklananmesafeli, gururlu bir adamın ağzında ansızın sessiz bir dua gibi, bir nöbet gibi, bir çığlık gibiçocuksu, ama yine de müthiş yoğun bir istek ifade buldu; o küçücük, kirli, raşitik fahişeyegeri dönmesini, onunla konuşmak istediğimi söyledim. Peşinden gitmememin sebebi gururdeğildi –gururum ezilmiş, çiğnenmiş, yepyeni duygular tarafından süpürülüp atılmıştı– çokgüçsüz, çok çaresizdim sadece. Böylece titreyerek ve altüst olmuş bir halde, yeniyetmelikyıllarımdan beri bir daha asla bir şeyi beklemediğim gibi bekleyerek, sadece bir kez bir akşamyabancı bir kadın ağır ağır soyunmaya başladığında ve seyredildiğinin farkında olmadansürekli oyalandığında pencerede durmuş olduğum gibi, orada gecenin işkence kazığınındibinde durdum – kendime yabancı bir sesle bir mucize olsun, o yarı sakat fahişe, insanlığın oson kırıntısı bana bir şans daha versin, bir kez daha geri dönsün diye Tanrı'ya yalvararaköylece durdum.Ve döndü. Bir kez daha tamamen mekanik bir hareketle arkasına baktı. Fakat öyleşiddetle titremiş, duygularımdaki gerilimi öylesine belli etmiş olmalıyım ki, durup benigözlemledi. Bir kez daha sallanarak yarı döndü, karanlıkta bana baktı, gülümseyerek vedavetkârca başını sallayarak meydanın karanlık köşesini işaret etti. Ve ben nihayet içimdekikorkunç donukluğun gevşemeye başladığını hissettim. Tekrar hareket edebiliyordum veonayladığımı belli ederek başımı salladım.Gizli sözleşme yapılmıştı. Şimdi kadın ara sıra dönüp peşinden gidiyor muyum diyebakarak meydanın karanlık yanına doğru önden yürüyordu. Onu izledim, dizlerimdekikurşun çözülmüştü, ayaklarımı hareket ettirebiliyordum artık. Sanki bilinçli olarakyürümüyor da bir mıknatıs tarafından çekiliyor, adeta gizemli bir güç tarafındansürükleniyormuş gibi kadının peşinden gittim. Barakaların arasındaki yolun karanlığındaadımlarını yavaşlattı. Artık yanındaydım.Birkaç saniye inceleyerek ve güvensizlikle beni süzdü, onu tedirgin eden bir şey vardı.Belli ki tuhaf, ürkek duruşum ve şıklığımın ortamla uyuşmazlığı kadına bir şekilde kuşkulugörünmüştü. Birkaç kez etrafa baktı, duraksadı. Sonra sokağın bir maden kovuğu kadarkaranlık görünen devamını işaret ederek, "O yana gidelim," dedi, "sirkin arka tarafı iyicekaranlıktır."Bir karşılık veremedim. Bu karşılaşmadaki dehşet verici bayağılık beni uyuşturmuştu.Aslında oradan kurtulmayı, biraz parayla, küçük bir bahaneyle özgürlüğümü satın almayıyeğlerdim, ama artık irademin üzerimde bir yaptırımı kalmamıştı. Dik, karlı bir yamaçtanaşağı kızak üstünde büyük bir hızla kayarken bir dönemeçte savrulmuşum, ölüm korkusu birşekilde hız sarhoşluğunun hazzına karışmış ve ben fren yapmak yerine başım dönerek, amayine de bilinçli bir güçsüzlük içinde kendimi iradeden yoksun bir halde düşüşe teslimetmişim gibi bir duygu içindeydim. Artık geri dönemezdim, belki hiçbir şekilde dönmek deistemiyordum ve kadın samimi bir tavırla bana yaslandığında ister istemez ben de onukolundan tuttum. Aşırı zayıf bir koldu, bir kadının değil, tam gelişmemiş sıracalı bir çocuğunkolu gibiydi ve incecik giysisinin üstünden dokunduğum anda, yaşadığım duygu geriliminerağmen içim birden gecenin önüme sürüklediği bu ezilmiş, zavallı canlıya karşı şefkatli biracımayla dolup taştı. Ve elimde olmadan bu zayıf, hastalıklı kolu daha önce hiçbir kadınadokunurken göstermediğim bir saygıyla okşadım.Mat bir ışığın aydınlattığı yoldan geçerek küçük bir çalılığa vardık, görkemli ağaçlarıntepeleri burada boğucu, kötü kokulu bir karanlığı kubbe gibi sarıp birleştirmişti. Karanlıktaartık hiçbir siluetin seçilmediği o anda kolumdaki kadının büyük bir temkinlilikle dönüparkasına baktığını hissettim, birkaç adım sonra aynı şeyi bir kez daha tekrarladı. Ne tuhaftırki adeta uyuşturulmuş gibi kirli bir maceranın içine sürüklenirken bir yandan da duyularımmüthiş açık ve berraktı. Hiçbir şeyi kaçırmayan, her kıpırtıyı algılayan bir duru görüyle,geride bıraktığımız yolun kenarından bazı gölgelerin peşimizden kaydığını hissettim ve sankikulağıma çok hafif ayak sesleri geldi. Ve aniden –çakan bir şimşeğin yeryüzünü bembeyaz bir ışığa boğması gibi– her şeyi anladım, her şeyi sezdim: Kadın beni bir av gibi daha öncedenkararlaştırılmış bir noktaya doğru tuzağa sürüyordu ve pezevenkleri peşimizdeydiler. Sadeceyaşamla ölüm arasına sıkışmış saniyelerde oluşan bir berraklıkla her şeyi bir anda gördüm,tüm olasılıkları düşündüm. Kurtulmama yetecek zaman vardı daha, anacadde yakınolmalıydı, çünkü elektrikli tramvayın rayların üzerinde çıkardığı sesi duyuyordum, bir ıslık,bir sesleniş insanları buraya toplamaya yeterdi. Bütün kaçma ve kurtulma olasılıkları netçizgilerle gözlerimin önünde belirdi.Fakat ne tuhaftır ki, yaşadığım bu korku aklımı başıma getireceğine beni daha dakızıştırdı. Bir sonbahar gününün berrak ışığı altında açık bir zihinle oturduğum şu anda bileyaptıklarımın saçmalığını kendime açıklayamıyorum. Gereksiz bir tehlikenin içine atıldığımıvarlığımın her zerresiyle biliyordum, fakat bir önsezi inceden bir delilik gibi kanımakarışmıştı bir kere. İğrenç, belki de ölümcül bir şeyle karşılaşacağımı biliyordum. Burada birsuça, herhangi adi, pis bir işe zorlanacak olma duygusuyla tiksintiden titriyordum; fakat tamda bu içime dolarak beni uyuşturan hiç tanımadığım, hiç bilmediğim yaşam sarhoşluğu içindeölüm bile karanlık da olsa merak uyandırıcıydı. Korkumu belli etmekten utanmak mı, yoksabir zayıflık mı bilmiyorum, ama bir şeyler beni ileri doğru itti. Hayatın en dibindeki lağımlarakadar inmek, tüm geçmişimi tek bir gün içinde harcayıp israf etmek beni cezp ediyordu, bumaceranın bayağılığına ruhun gözü pek hazları karışıyordu. Bedenimin her hücresiyle tehlikekokusu almama rağmen, duyularımla, aklımla tehlikeyi net bir şekilde algılamama rağmenbeni bedensel olarak çekmekten çok iten ve tek istediği beni suç ortaklarının yanına çekmekolan bu pis Prater fahişesinin kolunda çalılıkların içine doğru ilerlemeye devam ettim. Geridönemiyordum. Öğleden sonra yarış alanında üstüme yapışıp kalmış olan suç işlemeninçekim gücü beni giderek daha aşağılara sürüklüyordu. Artık sadece uyuşukluğumu ve yeniderinliklere, belki de sonuncusuna doğru, ölüme doğru, savrulmanın baş döndürücüesrikliğini hissediyordum.Birkaç adım sonra kadın durdu. Bakışları tekrar güvensizlikle çevrede dolaştı. Sonrabeklentiyle bana baktı: "Eee, bana ne armağan edeceksin bakalım?"Tabii ya. Bunu unutmuştum. Fakat soru aklımı başıma getirmedi. Aksine. Bir şeylerverebileceğim, kendimden bir şeyler saçabileceğim için sevinç duydum. Aceleyle cüzdanımıçıkarttım, gümüş bozukluklar, birkaç buruşuk banknot, ne varsa açık tuttuğu avucunaboşalttım. İşte o zaman düşündüğümde bugün bile hâlâ kanımı kaynatan olağandışı bir şeyoldu: Ya bu zavallı miktarın büyüklüğünden şaşkına dönmüştü –yaptığı kirli iş için sadecebozukluk almaya alışkındı normalde– ya da benim veriş tarzımda, parayı telaşla, hızla,neredeyse mutlulukla verişimde alışkın olmadığı, farklı bir şey görmüştü, çünkü geri çekildive büyük bir hayret içinde bakışlarıyla beni aradığını hissettim. Bütün gece yana tutuşaaradığım şeyi bulmuştum sonunda: Birisi bana ihtiyaç duyuyor, beni arıyordu, ilk kez budünyaya ait birisi için var olduğumu hissediyordum. Tam da bu en dışlanmış varlık, zavallıtüketilmiş bedenini karanlığın içinde bir mal gibi taşıyan bu kadın bana yanaşmış, gözleriylebeni arıyor, benim içimdeki insanı soruyordu; bu hal benim aynı zamanda hem ayık hemesrik, hem berraklık hem büyülü bir bulanıklık hissettiren tuhaf sarhoşluğumu daha daartırdı. Şimdi bu yabancı varlık yanıma biraz daha yaklaşmıştı, fakat bedeli ödenen birhizmeti yerine getirmek ister gibi değil de, bana kalırsa kadınca bir yakınlaşma isteğiyle,farkına varmadığı bir şükranla yapmıştı bunu. O çocuk kolu gibi cılız, raşitik kolunu yavaşçatuttum ve ufak tefek çarpık bedenini hissettim, sonra birdenbire bunun da ötesinde onunbütün yaşamını gördüm sanki: Bir varoş avlusunda sabahtan öğlene kadar yabancı bir çocuksürüsünün arasında uyuduğu ödünç bir yatak, gırtlağına sarılan pezevengi, karanlıktageğirerek üstüne abanan sarhoş müşteriler, hastanede götürüldüğü malum bölüm, tükenmiş,hasta ve çıplak bedeninin ders malzemesi olarak genç ve küstah öğrencilerin elinebırakılması, sonunda çuval gibi nakledildiği bir kimsesizler yurdunda bir hayvan gibi ölümeterk edilmesi. İçimde ona karşı, hepsine karşı sonsuz bir acıma uyandı, hissettiğim sıcaklıkşefkatti, asla şehvet değil. Durup durup sıska kolunu okşuyordum. Sonra eğilip şaşkınlıkiçindeki kadını öptüm.O anda arkamda bir hışırtı oldu. Bir dal çatırdadı. Sıçrayarak geri çekildim. Bir erkekbayağı yayvan bir sesle güldü. "Bakın hele. Tam düşündüğüm gibi."Daha arkama dönüp bakmadan kim olduklarını biliyordum. Bütün o uyuşukluğumuniçinde bile etrafımın sarılı olduğunu bir an olsun unutmamış, gizemli bir zindeliktekimerakımla onları beklemiştim. O sırada bir gölge çalılıkların arasından öne çıktı, onu birikincisi izledi. Küstah, yabani oğlanlardı ikisi de. O bayağı gülüş tekrar duyuldu. "Burada pisişler çevirmek, ne adilik. Elbette, kibar biri beyimiz! Ama şimdi biz onu hoplatmasını biliriz."Hiç kıpırdamadan durdum. Şakaklarımdaki damarların attığını hissettim. Korkuduymuyordum. Sadece olacakları bekliyordum. Nihayet dibe varmıştım, bayağılığın sonnoktasına. Artık sırada çarpıp parçalanma vardı, yarı bilinçli sürüklendiğim sonayaklaşmıştım.Kız yanımdan kaçmış, ama diğerlerinin yanına da gitmemişti. Ortada bir yerlerdeduruyordu. Anlaşılan bu planlı baskından pek hoşnut değildi. Adamlar da benimtepkisizliğim karşısında öfkelenmeye başlamışlardı. Birbirlerine bakıp duruyorlardı, belli kikarşı çıkmamı, yalvarmamı veya bir korku belirtisi göstermemi bekliyorlardı. "Aha, bu bir şeydemeyecek," diye tehditkârca seslendi sonunda biri. Diğeri üstüme yürüyerek buyurgan birsesle, "Bizimle karakola kadar geleceksin," dedi.Hâlâ bir karşılık vermiyordum. O zaman adamlardan biri omzuma dokunarak beni önedoğru itti. "Yürü bakalım," dedi.Yürüdüm. Karşı çıkmadım, çünkü içimden gelmiyordu. Durumun benzersizliği,bayağılığı, tehlikesi beni uyuşturmuştu. Ne var ki zihnim son derece açıktı, adamlarınpolisten benden çok daha fazla korktuklarından emindim, ellerine üç beş kron sıkıştırarakonlardan kolayca kurtulabilirdim – fakat ben yaşadığım bilinçli takatsizlik içinde buiğrençliğin en dibinin keyfini sürmek istiyordum, durumun acımasız alçaltıcılığının tadınıçıkarmak istiyordum. Hiç acele etmeden, mekanik hareketlerle beni ittikleri yönde yürüdüm.Fakat benim hiç sesimi çıkarmadan sabırla ışığa doğru yürümem oğlanların aklınıkarıştırmış olmalıydı. Alçak sesle bir şeyler konuştular. Sonra kasten seslerini yükselterekdevam ettiler. "Bırak gitsin," dedi biri (yüzü çiçek bozuğu, ufak tefek olanı), diğeri yapmacıkbir sertlikle yanıt verdi: "Hayır, olmaz. Bizim gibi yiyecek yemek bulamayan zavallının biribunu yapsa oyarlar. Ama böyle kibar bir bey – bunun da bir cezası olmalı." Her sözcükleriniduyuyor ve içlerinde gizli ricayı anlıyordum, onlarla pazarlığa girmemi bekliyorlardı; benimiçimdeki suçlu onların içindeki suçluyu anlıyordu, onlar bana korkutarak eziyet etmekistiyorlardı, ben de onlara tepkisizliğimle. Aramızda sessiz bir mücadele vardı –ah ne kadarbereketli bir geceydi!– Prater çayırının pis kokulu çalılıklarında, iki pezevenkle bir fahişeninarasında ölümcül bir tehlikenin içindeyken, son on iki saatte ikinci kez kumarın çılgınsihriyle karşılaşıyordum; ama bu kez oyun yüksekti, söz konusu olan seçkin burjuvakonumum, hatta hayatımdı. Ve ben bu muazzam oyuna, rastlantının o ışıltılı büyüsüne,kopacak kadar gerilmiş titreyen sinirlerimin tüm gücünü kullanarak katılıyordum."Hah, şurada bir bekçi var," dedi arkamdakilerden biri, "beyimiz buna pek sevinmeyecek,en az bir hafta içeri tıkarlar." Sesinin hain ve tehdit edici çıkmasını istemişti, ama bentınısındaki ağır güvensizliği işittim. Sakince ışığa doğru yürüdüm, altında gerçekten de birbekçi miğferinin sivri tepesi pırıldıyordu. Yirmi adım kadar sonra önüne varmış olacaktım.Arkamdaki adamların sesi kesilmişti, adımlarının giderek yavaşladığını fark ettim; biraz sonraödlekçe geride kalıp karanlık dünyalarının içine karışacaklarını, oyunlarının başarısızlığauğramasına kızıp acısını belki de zavallı kadından çıkaracaklarını biliyordum. Oyun bitmiştive ben bugün ikinci kez kazanmış, tanımadığım insanları mat edip kötücül hazlarınıkursaklarında bırakmıştım. Sokak lambalarının solgun ışığı karşımızda parlıyordu artık,arkama döndüğümde ilk kez adamların yüzlerini gördüm. Güvensiz bakışlarında kızgınlık vebastırılmış bir utanç vardı. Hayal kırıklığı içinde, ezik bir halde her an karanlığa karışmayahazır duruyorlardı. Artık güç ellerinden gitmişti, şimdi onlar benden korkuyordu.O an içimi ansızın –sanki ruhumdaki kabarma yüreğimde bir kilidi kırmış ve sıcakduygular kanıma karışmıştı– bu iki adama karşı kardeşçe bir merhamet kapladı. Bu aç, çulsuz,zavallı tiplerin benim gibi aşırı tok bir asalaktan istedikleri neydi ki: Birkaç kron, birkaç sefilkron. Orada karanlıktayken boğazımı sıkabilir, gasp edebilir, hatta öldürebilirlerdi, amabunları yapmamışlar, sadece cebimdeki üç beş gümüş kuruş için beni amatörce birbeceriksizlikle korkutmaya çalışmışlardı. Benim gibi küstahlığından, zevk için hırsızlıkyapan, keyfi yerine gelsin diye suç işleyen biri bu zavallılara daha fazla eziyet edebilir miydi?Duyduğum sonsuz merhamet, kendi zevkim uğruna onların korkuları ve sabırsızlıklarıylaoynadığım için sonsuz bir utançla karıştı. Kendimi toparladım, artık güvenlik alanınagirmişken, yakındaki caddenin ışığı beni korurken şimdi onları rahatlatmalı, bu öfkeli ve açgözlerdeki hayal kırıklığını silmeliydim.Ani bir dönüşle adamlardan birine yöneldim. Sesime bir korku tınısı katmaya çalışarak,"Benden niçin şikâyetçi olmak istiyorsunuz?" diye sordum. "Bu ne işinize yarayacak? Belkihapse atılacağım, belki de bir şey olmayacak. Fakat bunların size hiçbir yararı yok. Niçinhayatımı zorlaştırmak istiyorsunuz?"İkisi de sıkıntıyla bana baktılar. Her şeyi beklemişlerdi, tehditler savurmamı, bağırmamı,ki o zaman köpekler gibi hırlayarak kaçacakları kesindi, ama böyle bir uysallık göstermemideğil. Sonunda biri konuştu, ama tehdit ederek değil, adeta özür dileyerek: "Bir adaletsağlanmalı. Biz sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz."Belli ki böyle durumlar için ezberlenmiş bir yanıttı bu. Ve kulağa bir şekilde sahtegeliyordu. İkisi de bana bakmaya cesaret edemeden öylece bekledi. Ne beklediklerinibiliyordum, bağışlanmak için yalvarmamı ve onlara para teklif etmemi bekliyorlardı.O saniyeler içinde geçen her şey hâlâ aklımda, kıpırdayan her sinir ucunu, zihnimdengeçen her düşünceyi hatırlıyorum. O anda kötücül yanımın ne istemiş olduğunu da gayet iyibiliyorum: Onları bekletmek, biraz daha eziyet etmek, bekletmenin hazzının tadına varmakistiyordum. Fakat kendimi çabuk denetledim, o ikisini artık korkularından kurtarmamgerektiğini bildiğim için yalvarır gibi yaptım. Bir sinme komedisi oynadım, onlardan amandiledim, seslerini çıkarmamalarını, beni zor durumda bırakmamalarını rica ettim. Bu zavallıacemi zorbaların nasıl sıkıntıya girdiklerini gördüm ve aramızdaki sessizliğin tekraryumuşamasını izledim.Ve nihayet, nihayet sabırsızlıkla beklemekte oldukları sözcüğü söyledim. "Ben... bensize... yüz kron vereyim." Üçü de irkilerek birbirlerine baktılar. Tam her şeyi kaybettiklerinisandıkları anda bu kadar çoğunu beklememişlerdi. Sonunda huzursuz bakışlı ve çiçek bozuğusuratlı olan kendini toparladı. İki kez lafa girmeye hazırlandı. Boğazından ses çıkmıyordu."İki yüz kron!" dedi sonunda, bunu söylerken nasıl utandığını gördüm."Kesin ama şunu," diye. birden kadın araya girdi. "Hiçbir şey vermeden çekip gitmediğineşükredin. Bir şey yapmadı ki, bana dokunmadı bile. Fazla yüksekten attınız."Gerçek bir öfkeyle bağırmıştı adamlara. Yüreğim serinledi. Birisi beni düşünüyordu, benisavunuyordu; bayağılıktan iyilik, bir şantajdan bulanık da olsa adalet isteği çıkmıştı. Bananasıl da iyi gelmişti bu, içimdeki kabarmayı nasıl da yatıştırmıştı! Hayır, artık bu insanlarladaha fazla oynamamalı, bu kadar korkmuş, bu kadar utanmışlarken daha fazla eziyetetmemeliydim. Bu kadarı yeterdi."Pekâlâ, iki yüz kron o halde."Üçünden de ses çıkmadı. Cüzdanımı cebimden alıp çok ağır hareket ederek içiningörüneceği şekilde açtım. Bir hamlede elimden kapıp karanlığa karışabilirlerdi. Fakat ürkekçegözlerini kaçırdılar. Aramızda bir şekilde gizli bir bağlılık oluşmuştu, artık mücadele veçekişme değil; dürüstlük, güven ve insani ilişki vardı. Çalıntı paraların arasından iki banknotçekip uzattım.Adam parayı alırken elinde olmadan "Teşekkürler," dedi ve hemen başını çevirdi. Tehditlealınmış bir para için teşekkür etmenin gülünçlüğünü kendi de fark etmişti. Utanmıştı –ah, bugece her şeyi hissediyordum, her şey kendini bana açıyordu– ve onun utancı bana ağır geldi.Ben de onun gibi bir hırsızken, ödlek ve iradesizken bu insanın karşımda utanmasınıistemiyordum. Onun alçalması beni eziyordu. Bunu kabullenmek istemediğim içinteşekkürünü geri çevirdim."Hayır, hayır ben size teşekkür etmeliyim aslında," derken kendi sesimdeki içtenliğinsahiciliğine kendim de şaştım. "Eğer benden şikâyetçi olsaydınız toplum içinde rezilolacaktım ve kendimi vurmak zorunda kalacaktım. Bundan sizin de bir kazancınızolmayacaktı. Böylesi daha iyi oldu. Ben şimdi sağ tarafa sapacağım, siz de diğer yanagidersiniz herhalde. Sizlere iyi geceler."Bir an üçü de sessiz kaldı yine. Sonra adamlardan biri "İyi geceler," dedi, sonra diğeri, enson da tümüyle karanlıkta duran fahişe iyi geceler diledi. Gerçek bir dilek gibi içten vesıcaktı. Seslerinden varlıklarının derinlerinde bir yerde benden hoşlandıklarını hissetmiştim,bu tuhaf anı hiçbir zaman unutmayacaklardı. Hayatlarının sonunda bakımevine veyahastaneye düştüklerinde belki bir kez daha akıllarına gelecekti. Benden bir şey onlardayaşamaya devam edecekti, onlara bir şey vermiştim. Vermenin hazzı içimi daha önce hiçtatmadığım bir duyguyla doldurdu.Gecenin içinde Prater'in çıkışına doğru tek başıma yürüdüm. Bastırılmış her şey içimdenkopup gitmişti, daha önce hiç tanımadığım bir doygunlukla kendi dışıma taştığımı, sonsuzevrene karıştığımı duydum. Her şeyi sanki sadece benim için varmış gibi algılıyor, her şeyleyeniden coşkuyla bütünleştiğimi hissediyordum. Etrafımı saran karanlık ağaçlar banafısıldıyordu ve ben onları seviyordum. Yıldızlar yukarıda pırıldıyor ve ben onların aydınlıkselamlarını soluyordum. Bir yerlerde söylenen şarkıları işitiyor ve benim için söylendiklerinidüşünüyordum. Yüreğimdeki kabuğu kırdıktan sonra bir anda her şey benim olmuştu,kendimi bırakmamın, kendimi armağan etmemin sevinci içimde kabarıyordu. Birilerinisevindirmenin ve bundan sevinç duymanın ne kadar kolay olduğunu hissediyordum: İnsanınkendini açması yeterliydi, insandan insana canlı bir akış başlıyordu hemen, yükseklerdenderinlere iniyor, derinlerden tekrar sonsuzluğa yükseliyordu.Prater'in çıkışındaki satış tezgâhlarından birinde mallarının üzerine eğilmiş, yorgunluktaniki büklüm bir satıcı kadın gördüm. Tezgâhında Üzerleri tozdan parlayan kurabiyeler ve birazmeyve vardı, birkaç kuruş için sabahtan beri oradaydı herhalde ve artık yorgunluk belinibükmüştü. Ben sevinçliysem sen niye sevinmeyesin, diye düşündüm. Bir parça kek alıpönüne bir banknot bıraktım. Telaşla paranın üstüne vermeye davrandı, ama ben yolumadevam ettim ve uzaktan onun mutluluktan korkuya kapıldığını, iki büklüm bedeninin birdendikleştiğini, şaşkınlıkla açılan ağzından bin bir duanın döküldüğünü gördüm. Elimde keklearabanın başında duran yorgun bir atın yanına gittim, başını benden yana çevirip dostçakişnedi. Onun hüzünlü bakışlarında da şükran vardı, pembe burnunu okşayarak keki onauzattım. Bunu yapar yapmaz fazlasını istedim, daha fazla sevinç yaymak, daha fazla hissetmekistedim, birkaç gümüş bozuklukla, birkaç renkli banknotla korkuları, kaygıları gidermek,ruhları şenlendirmek ne kadar kolaydı. Ortalıkta niçin hiç dilenci yoktu? Balon almak isteyençocuklar neredeydi? Ak saçlı, somurtkan ve aksak bir baloncu elinde koca bir demet renklibalonla topallaya topallaya evine dönüyordu artık, gün boyu yaptığı işten memnun olmadığıbelliydi. Yanına gittim. "Balonları alıyorum," dedim. "Tanesi on kuruş," dedi güvensizlikle,böyle iki dirhem bir çekirdek dolaşan bir aylağın gece yarısı balonlarla ne yapacağınıanlamamıştı. "Hepsini verin," deyip eline bir on kronluk sıkıştırdım. Sendeleyerek doğruldu,bir an gözleri kamaşmış gibi yüzüme baktı, sonra balon demetini tutan ipi titreyerek elimetutuşturdu. Elimdeki ipin gerildiğini hissettim, balonlar kaçıp gitmek, özgür olmak,gökyüzüne varmak istiyorlardı. Gidin o halde, nereye istiyorsanız oraya uçun, özgürsünüz!İpi elimden bıraktım ve onca balon bir anda renkli aylar gibi gökyüzünde yükseldi. Heryandan insanlar gülerek koşturup geldi, karanlığın içinden sevgililer çıktı, arabacılarkamçılarını şaklatarak birbirlerine ağaçların üzerinden evlere ve damlara doğru özgürcesüzülen balonları gösterdiler. Herkes neşeliydi ve benim küçük çılgınlığımın keyfinisürüyorlardı.İnsanları sevindirmenin bu kadar iyi ve kolay olduğunu niçin daha önce hiçanlamamıştım! Cüzdanımdaki banknotlar tekrar ateş gibi yanmaya başladı, az önce balonlarınipinin zorladığı gibi şimdi onlar da parmaklarımı çekiştiriyordu, onlar da beni terk edipbilinmeze doğru uçmak istiyordu. Lajos'un çalınmış paralarıyla birlikte kendiminkileri deçıkarttım –çünkü artık suç veya değil diye bir ayrım yapmıyordum– ve isteyen herkesedağıtmak üzere elimde hazırladım. Bezginlikle Prater sokaklarını süpüren bir temizlikişçisinin yanına gittim. Herhalde ona yol soracağımı sanarak asık suratla yüzüme baktı,gülümseyerek bir yirmi kronluk uzattım ona. Durumu kavrayamadan bir süre donmuş gibibakıp kaldı, sonra nihayet parayı aldı ve ondan ne isteyeceğimi beklemeye başladı. Fakat bengülerek, "Kendine güzel bir şeyler al bununla," deyip yoluma devam ettim. Benden bir şeyleristeyecek birileriyle karşılaşır mıyım diye etrafıma bakınarak yürüdüm. Kimse gelmeyince benbir fahişenin, iki sokak lambası yakıcısının yanına gidip onlara birer banknot uzattım, zeminkattaki bir fırının penceresinden içeri birkaç tane fırlattım ve arkamda hayret, şükran, sevinçkarışımı duygular bırakarak bu şekilde yürüdüm de yürüdüm. Sonunda banknotları tek tekburuşturarak sokağın ortasına, sonra bir kilisenin basamaklarına savurdum ve sabah duasınagelen yaşlı bir kadının bir tanesini bularak Tanrı'ya şükredeceğini; yoksul bir öğrencinin, birkız çocuğunun, bir işçinin yolda para bulunca, bu gece kendimi keşfederken aynı benim deduymuş olduğum gibi şaşkınlıkla karışık bir mutluluk duyacaklarını düşünerek sevindim.Paranın tümünü nerede ve nasıl dağıttığımı artık hatırlamıyorum, ama kâğıt paralardansonra en sonunda cebimdeki gümüş bozuklukları da verdiğimi biliyorum. Bir sarhoşlukiçindeydim, son paralar da uçup gittikten sonra bir kadının içine kendimi bırakmış gibi birhafifleme hissettim, neredeyse uçacak gibiydim, daha önce hiç bilmediğim bir özgürlüktü bu.Sokak, gökyüzü ve evler sahip olma, birbirine ait olma duygusunun yepyeni bir haliylekarışıp içime doluyordu: Daha önce hiçbir zaman, varoluşumun en hararetli anında bile buşeylerin gerçekten var olduklarını, yaşıyor olduklarını, onların ve benim varoluşlarımızın birve aynı olduğunu, bütün olarak da sadece sevgiyle kavranabilen, sadece kendini teslim edeninkucaklayabileceği o büyük ve muhteşem, mutluluğuna doyulmayan yaşam olduğunuböylesine güçlü hissetmemiştim.Daha sonra, mutluluk içinde eve dönüp kapımı açtığımda odama giden koridorunkaranlığıyla karşılaşınca son bir bunaltıcı an daha yaşadım. Kapıyı açtığım anda, eğer eskidenben olan kişinin evine girer, yatağına yatarsam, bu gecenin öylesine güzel silip temizlemişolduğu bütün o geçmişle bağımın yeniden kurulacağı, eski hayatıma geri döneceğimkorkusuna kapıldım birdenbire. Hayır, artık asla o insan olmak istemiyordum, geçmişteki ohatasız, duygusuz, dünyadan kopuk centilmen olmak istemiyordum, suçun ve dehşetin tümderinliklerine dalacak olsam da artık gerçek yaşamı istiyordum! Yorgundum, tarifedemeyeceğim kadar yorgundum, ama yine de uykunun üstüme kapanarak bu geceniniçimde tutuşturduğu bütün o ateşi, pırıltıyı, canlılığı karanlık balçığıyla birlikte sürükleyipgötürmesinden ve bu yaşadıklarımın fantastik bir düş gibi uçucu olmasından korkuyordum.Fakat ertesi sabah yeni güne neşeyle uyandım, içime dolup taşan şükran duygusundanhiçbir şey eksilmemişti. O gecenin üzerinden dört ay geçti ve eski donukluğum bir daha geridönmedi, güne hâlâ sıcacık duygularla çiçeklenir gibi başlıyorum. Ait olduğum dünyanınzemininin ayaklarımın altından aniden çekildiği, bilinmezliğe yuvarlandığım, kendi içimdekiuçuruma düşerken hızın baş döndürücülüğünün yaşamın tümünün sarhoşluğuna karıştığı ogece hissetmiş olduğum o büyülü esrime, o uçurucu heyecan geçip gitti elbette, ama ozamandan beri kendi kanımın sıcaklığını her nefes alışımda hissediyorum ve yaşamdanaldığım hazzın her gün tazelendiğini duyuyorum. Farklı hisseden, farklı hassasiyetlere sahipve farkındalığı güçlenmiş başka bir insan haline geldiğimi biliyorum. Daha iyi bir insanolduğumu iddia edecek cesaretim yok elbette, ama daha mutlu bir insan olduğumubiliyorum, çünkü o buz gibi donuk hayatım için yeni bir anlam buldum, yaşamınkendisinden başka bir sözcükle açıklayamayacağım bir anlam. Ait olduğum kesiminnormlarını ve kalıplarını boş bulduğum için artık ne kendimden ne de başkalarındanutanıyorum. Onur, suç, günah gibi kavramlar bir anda soğuk, metalsi bir tını kazandı, bunlarıdehşete kapılmadan telaffuz edemiyorum artık. O gece ilk kez öylesine büyülenmişçesinehissettiğim o güçten beslenerek yaşıyorum. Beni nereye sürüklediğini sorgulamıyorum: Belkibaşkalarının günah diye adlandırdığı bir başka uçuruma, belki de yüceliklere sürükleyecek.Bunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Çünkü sadece kendi kaderlerini bir gizem olarakyaşayabilenlerin gerçek anlamda yaşadıklarına inanıyorum.Ben yaşamı daha önce hiç bu denli arzuyla yaşamamıştım –bundan eminim– ve şimdibiliyorum ki, kendiyle ilgili durumlar karşısında kayıtsızlaşan herkes (tek çare olarak) bir suçişleyecektir. Kendi kendimi anlamaya başladığımdan beri diğer pek çok şeyi de anlıyorum:Açlıkla bir vitrini seyreden birinin bakışları beni kahreder, bir köpeğin neşeyle sıçrayışıbüyüleyebilir. Bir anda her şeyi görmeye başladım, artık hiçbir şey sıradan değil benim için.Gazetede her gün bana heyecan veren yüzlerce şey okuyorum (eskiden sadece eğlence vemüzayede programlarına bakmak için karıştırırdım), eskiden canımı sıkan kitaplar şimdikendilerini bana açıyorlar. Ve en ilginci de insanlarla artık sohbet denilen şeyin dışında dakonuşabiliyorum. Yedi yıldan beri yanımda çalışan uşağımla ilgilenmeye başladım, onunla sıksık konuşuyoruz, eskiden hareketli bir sütunun önünden geçer gibi görmeden önünden geçipgittiğim apartman görevlisi geçenlerde bana küçük kızının ölümünü anlattı, bu beniShakespeare'in trajedilerinden daha fazla etkiledi. Sanırım bendeki bu değişim –kendimi elevermemek için dıştan bakıldığında o sıkı terbiyeden geçmiş can sıkıcı çevrenin içindekihayatıma devam ediyor olsam da– giderek gözle görülür bir hal almaya başladı. Bazı insanlarbana karşı beklenmedik bir içtenlik göstermeye başladılar, bu hafta üçüncü kez sokaktatanımadığım köpekler yanıma geldi. Arkadaşlarım, bir hastalıktan kurtulmuş biriyle konuşurgibi beni gençleşmiş bulduklarını söylüyorlar.Gençleşmek mi? Gerçek anlamda yaşamaya daha yeni başladığımı sadece ben biliyorum.İnsanların geçmişte kalan her şeyin hep bir hata ve ileriye bir hazırlıktan ibaret olduğunusanmaları genel bir delilik hali herhalde ve sanırım soğuk bir kalemi sıcak, yaşayan elime alıpda kuru bir kâğıdın üstünde yaşıyor olduğumu anlatmaya çalışırken kendi göstermişolduğum cüreti de anlıyorum. Fakat bu bir delilik de olsa, beni mutlu eden ilk delilik bu;içimi ısıtan, duyularımı açan ilk delilik bu. Kendi uyanış mucizemi burada anlatırken bunusadece kendim için yapıyorum ve yaşadığım her şeyi kendi sözcüklerimin banaanlatabileceğinden çok daha derinden hissediyorum. O geceden arkadaşlarımdan hiçbirinesöz etmedim; içimin bir zamanlar ne kadar ölü olduğunu asla bilmediler, şimdi nasıl çiçekaçtığımı da asla anlamayacaklar. Canlılıkla yaşadığım bu hayatın ortasında ölümlekarşılaşırsam ve bu satırlar başkalarının eline geçerse de bu olasılık beni hiç korkutmuyor veüzmüyor. Çünkü öyle bir anın büyüsünü tatmamış olan biri, tek bir gece içinde yaşanan vegörünürde birbirleriyle hiç ilgisi olmayan böylesine tesadüfi olayların neredeyse sönmüş birhayatı bir büyü gibi yeniden ateşleyebileceğini altı ay önce ben ne kadar anlayacak olsaydımancak o kadar anlayabilir zaten. Böyle birinden utanmam, çünkü beni anlamaz. Fakatbütünlükten haberdar olan biri yargılamaz ve gururdan kurtulmuştur. Onun karşısında dautanmam, çünkü beni anlar. Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek birşeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Mar 21, 2020 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Olağanüstü Bir GeceHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin