fourth of july

111 21 26
                                    

"bu kadar basit olmadı hiç." lu, çıplak vücuduna çarpan ayaz ile beraber içinden bir ürperti geçtiğini hissetti. "...bir şeyleri yaşamak. bir şeyleri tatmak, renkleri görmek, insanları tanımak."

otis, yanında uzanan çocuğun tüm güzelliğine gülümsedi. sesine bulaşan hislerden, ürpermiş vücuduna kadar tüm güzelliğine. "önceki hayatında neler yapıyordun?"

"bunları konuşmayacağız sanıyordum?" lu, titrek bir soluk aldı. geçmişine bayılmıyordu. ama yalan da söylemeyecekti. "hırsızlık yapıyordum ben. kumar masası fedailerinden de biriydim üstelik! beyaz yakalı müessesesinin alayına söven holigan solcu, 'pes et,' diyenlere 'ben ancak real madrid maçı kazanırsa beyaz sallarım!' diye yanıt veren ve delicesine zevk alan bir iddiacı, bazıları kaçakçı, belki unutulmuş bir çocuk... hayatın her şarabından birer yudum al, otis. bu delinin yıldızını bulacaksın."

kahkahalarına engel olamadı otis. ağzını açmadığı zamanlarda düşlerden bir melek olan bu hastalıklı zihin, en çok da ağzını açtığı vakitlerde hoşuna gidiyordu. belki de kendi için açtığı?

otis'in meleklerle işi yoktu. yarın kendisininkine bizzat sarılacak, bir temiz de kahkaha atacaktı yüzüne şafak ağarıyorken.

"ben hukuk fakültesini bırakıp hurdalıkta çalışmaya başlayan itin tekiydim," diye devraldı sözü. "motorların benim için bütün kanunların önüne geçmeye başladığı gün kırıldı camlar, vazolar. fakat alışılmayacak şey değil, her halükarda güzel paralar kırıyordum. elleri boktan kurtulmamış güzellerim için de bu önemliydi. tutkum veya huzurum değil, bilirsin."

anlattıklarından komik yanlar çıkabileceğinin farkındaydı elbet tabii. fakat melodik bir kıkırtı, yine de boş bulabilmişti onu. "ne oluyor?"

"seni yeni tanımaya başladığıma inanamıyorum." lu'nun kıkırtıları kahkahalara, kahkahaları da hıçkırıklara dönüyorken; otis'in az evvel haykırışlarını ve tüm ilkelliğini döktüğü bu tene sarılmaktan başka bir çaresi kalmıyordu önünde.

"iki ay, lu. iki ay." soğuğun ve güçsüzlüğünün harmanıyla titreyen elleri, güç bela ittiriyordu lu'nun yüzüne yapışacağını tahmin ettiği saçları kulağının arkasına. "seni iki aydır tanıyorum ve sana yemin ederim, iki aydır yaşıyorum. ölümlerden sana dönerek, kabuslarımdan seni haykırarak yaşıyorum. geçmişin hiçbir önemi yok, sana yemin ederim. yine de geçmişleri çok hatırlamak istiyorsan sana beş dakika önce bu yıldızların altında nasıl seviştiğimizi hatırlatmaktan gurur duyacağım."

burnunu çekip, yüzüne yaslanmış elin üzerine bıraktı elini. "seviştik." bahçede kahkahası yankılanıyordu. "yıldızlara yaklaştığımıza yemin bile edebilirdim sana, inanamazsın."

"inanacağım." otis, lu'nun sürekli titreyen ruh haline alışalı çok olmuyordu. şükür ki hızlı öğreniyordu, dahasına zaman yoktu. "biz çoktan unuttuk dünya dediklerini."

vücudunun tümden uyuştuğunu artık kavrayabiliyordu lu. yine de beyninin biraz daha uyanık kalması için yalvarmayı bile deneyebilirdi. inanmadığı tanrılara, terk edildiği ailesine, kovulduğu patronlarına, ağlattığı kadınlara ve taparcasına sevdiği otis'e. kime olursa.

"unuttuk." yutkunmak bile zorluyordu onu. "ne adamlarmışız, unuttuk da yine unutulmadık. eline buladığı çamurdan bir parmak atmadan geçmiyor yine. bir de 'büyüdün,' demeye başını okşuyor bir güzel."

"düşünme öyle, düşünme. son sabaha çekeceğimiz siktire odaklan, ya da bana. ikisinden birine. tercihen bana." lu, otis'in böyle bir anda bile böyle davranabilmesine deli oluyordu. bitiyordu.

"sen buradasın, nefesin burada... elin yüzümde, göğsün tenimde ve inan bana elimi uzatırsam dilediğim buluttan yağmurlar boşanacak. neye odaklanacakmışım?"

otis, nefes verir bir gülümseme sonrası, önünde duran davetkar omuza gömdü yüzünü. kendinden saklandığı tek yer olan bu omuz, artık kendini tanımaya ilişkin kapılar seriyordu önüne. ve ne şans ki hangi kapıyı tıklatsa ardından huan lu'nun çıktığına şahit oluyordu.

"ellerinden tutup şehirler bombalayacağım seninle. o patlamaların turuncu alevi yüzüne yansıyacak ve ben diyeceğim ki; "pablo, pablo! dali, gogh! şuraya bakın. şuraya bakın ve yırtıp atın tüm o çöplerinizi, aptal fırça darbelerinizi!"

"...orada dur bakalım. şehir falan patlatamam ben. barışın elçisi olacağım," yüzüne inen görünmez perde ile birlikte, "olacaktım." diye düzeltti lafını.

"olacaksın." otis, hayatında belki de ilk kez bir zaman ekinden nefret eder olmuştu.

"olacaktım." fakat tüm nefretlerden öte, bir kere daha düzeltme gücü bulamadı kendinde.

"iki ay daha." diyebildi sadece. "bana iki ay daha vereceklerdi, lu. iki ay daha sevecektim seni. iki ay-" sesi titriyor olsa bile, göz pınarları dolamayacak kadar kurumuştu esen rüzgardan.

lu, kapanan gözlerine inat; tamamiyle sokuldu otis'in koynuna.

bunun son sefer, bunların ise son saatler olduğunu biliyordu, biliyorlardı.

"bak," dedi lu. "güneş doğuyor. gitme zamanımız gelmiş."

"inadına yapıyor, biliyorum ben." otis, kollarını hemen dibindeki bedene saramayacak kadar yorgundu. "bak, diyor. bitsen de doğacağım. öyle demiyor mu? öyle diyor."

"demiyor öyle." sesi artık rüzgarın bir fısıltısı gibiydi cılız çocuğun. "gülümsemeye gelmiş. son sabah. mutlu olsana?"

"mutluyum." otis, en azından tebessüm edecek kadar oynadıkları için dudaklarına teşekkür etti. ifadesiz yitip gitmek istemiyordu.

"öyleyse, ben de. hep." lu için bu böyle değildi. hep ikisi adına mutlu kalacaktı, bu doğruydu. otis'e de ikisi adına gülümsemek kalıyordu.

çünkü lu, son nefesini yer yer morarttığı bu boyuna üflerken; ifadesinde kuzuların sessizliği vardı.

"beraber ufku seyreder ve belki ölmeyiz?"

cage the elephants- too late to say goodbye

*etiket

🎉 ☾ ⋮ TOO ᒪᗩTᕮ TO SᗩY GOOᗪᗷYᕮ hikayesini okumayı bitirdin 🎉
☾ ⋮ TOO ᒪᗩTᕮ TO SᗩY GOOᗪᗷYᕮHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin