Sefer

6 1 0
                                    

Aile oğullarının reşit olmasına sevinemeden sevinçlerini kursaklarında kalmasına sebep olan bir şey ile karşılaştılar. Kapıyı iki asker çalmıştı. Zincir zırhlı, şapel de fer miğferli askerler seferberlik olduğunu söylediler. Eli kılıç tutan herkes savaşmalıydı. Yeni reşit olmuş oğulları, onlarla ve ablasıyla vedalaştıktan sonra evden çıktı. Askerlerin toplandığı yere giderken bu küçük köye son bir kez baktı. Bu köhne yerde tek temiz şey  Askerlerin önünü, kendilerinden daha rütbeli gözüken at üstünde biri kesti ve onlara evde sadece bir erkeğin mi olduğunu sordu. Onlar "Hayır, evde bir de baba var ama o kılıcı bile kaldıramaz." dediler. Atlı onun da askere katılmasını emretti savaşta etten duvara da ihtiyaçları vardı, her ne kadar hemen yıkılacak olsa bile. Askerlerden biri bu oğlana nereye gitmesi gerektiğini parmak ile işaret edip onun evine geri döndü. Oğlan, birliğe katıldıktan bir süre sonra birlik hareket etmeye başladı. Oğlan, nereye gittiklerini sorsa da cevap alamadı. Askerler uzun toprak yol üzerinde cebrî yürüyüşe çıkmışlardı. Akşam olduğu halde yürümeye devam ediyorlardı. Vakit gece olsa da İmparatorluk ikindiyi yaşıyordu ve güneşleri batıyordu. Güneşi yeniden yükseltmek için bu son çareleriydi. Artık gece yarısı olmuş ve ne askerlerin ne de komutanların takati kalmıştı. Çadırlar kuruldu ve askerlere uyumaları emredildi. Oğlan, tedirgin bir şekilde uykuya dalmadan önce iki komutanın arasındaki konuşmayı duydukça daha da tüyleri diken diken oldu. Duyduğuna göre bir şehirde isyan çıkmış, isyankarlar kendilerini bastırmak için gelen orduyu katleylemişti. Ardından şehir isyancıların eline düşmüş yağmalanmış, tahrip edilmiş  ve şehir halkının büyük kısmı onlara destek vermedikleri için kılıçtan geçirilmişti. İmparatorluk daha sonra yeni bir ordu gönderip isyankarları mağlup edip hepsini idam ettirmişti. Lakin bu hadiseler silsilesinden sonra şehirde sadece köpekler, koyunlar ve inekler kalmıştı. On bini aşkın şehir nüfusu bir ay içinde helak olmuştu. Sabah olduğunda ise komutanlar askerleri uyandırıp, nihayet ne yaptıkları ve niye yaptıkları ile alakalı bilgi vermeye karar verdiler. Komutanın söylediklerine göre kuzeydoğuya gidiyorlardı. Barbarlar ile savaşan orduya desteğe gidiyorlardı. İmparatorluğun çöken ekonomisinden her şey olduğu gibi istihbaratı da nasibini almıştı. Bu sebeple bu beş yüz kişilik destek birlik, asıl ordunun tamamen yok edildiğinin farkında değildi. Belki geçerlerse şehre giden yoldaki kazıkların üzerlerinde dostlarının başlarını görebilirlerdi. Komutanların çadırlarındaki haritalar yük hayvanlarının çektiği kağnılarda bulunuyordu. Bu haritalar onlara ilham oluyordu zira bu eski haritalarda hiç görmedikleri hatta hayal bile edemeyecekleri yerler İmparatorluğun hududu dâhilinde görünüyordu. İmparatorluğun altın çağından kalan artık dili unutulmuş türkülerdi. Bir de sarayların bahçelerini süsleyen üzerleri yosun tutmuş heykeller vardı. Eski ve yüce krallarının adlarını unutmuşlardı lakin anlatılan hikayelerde onun bin dokuz yüz yıl yaşadığı söyleniyordu. Eskiden Roma, İstanbul ve Frankfurt olarak üç merkeze sahip olan devlet, İstanbul'u yitirmişti, Roma harabeye dönmüştü. Frankfurt'ta çıkan isyanların ardı arkası kesilmiyordu. Zorunlu askerliğe karşı çıkanlar, askerlerin saldırısıyla ölürken boyun eğenler savaşlarda ölüyordu. Büyük imparatordan sonra devleti altı imparator daha yönetmiş ve bunlar sadece çöküşü yavaşlatmıştı. Eski askerî nizam tamamen işlevini yitirmiş, ordu bozulmuştu. Bu oğlan dâhil olmak üzere birliğin neredeyse tamamı eline daha evvel hiç kılıç almamıştı. Komutanlar, yol üzerinde biraz daha insani birliğe cebren dâhil ettiler. Nihayet son menzile, son durağa geldiler. Bundan sonra asla mola verilmeyecekti. 

       Birlik yüksek surlu, şehre girdiler. Komutanlar misafirhanelerde kalırken, askerlerin kimi handa kimi sokakta kalıyordu. Komutanlar sohbet eserken vatanperver bin başı garnizon ordusunu bile birliğe dâhil etmek istedi lakin diğer komutanlar bu fikre şiddetle karşı çıktılar. Artık genç asker olmuş oğlan da şehrin meydanındaydı. Meydanın tam ortasına dikilmiş, zırhlara bürünmüş heykel parmağı ile ilerde bir noktayı işaret ediyordu. Genç savaşçı, o heykele baktıktan sonra tebessüm etti. Heykel, birliğinin gideceği rotayı işaret ediyordu. Heykelin başındaki miğfer, imparatorluğun yarım asır Bir sonraki gün seher vaktinde komutanlar şehrin cephaneliğinden getirdikleri silahları askerlere paylaştırdılar. Genç asker, artık başında imparatorluğun şaşaalı armasını taşıyordu. Öğle vaktine doğru, artık bin küsur askere ulaşmış olan birlik ilerlemeye başladı. Şehirden çıktıklarında askerlerin iki seçeneği kalmıştı, ya ordudan kaçarken ölecekler ya da orduda savaşırken. Yürüyerek geçen bir günün ardından ordu yorgun düştü. Lakin yorgun ordunun maneviyatını kıracak şey o günün ikindi saatinde yaşandı. Savunmak için gittikleri şehre ulaşan yolun iki yanında üzerlerine başlar saplanmış kazıklar, teşhir ediliyordu. Komutanlar ve askerler onları görünce dehşete düşmüştü, lakin bu his tepelerden at üzerindeki barbarların aşağı inmesiyle katbekat arttı. Ordunun üzerine oklar yağmaya başlayınca kargaşa bin kişilik birliğe hâkim oldu. Binbaşı kılıcını çekip hücum emri verdiği sırada bir komutanın savaştan kaçtığını gördü. Bu komutan garnizondan asker alınmaması gerektiğini söyleyen, o öneriye ilk karşı çıkan kişiydi. Genç asker, kılıç kullanmayı bilmemesine rağmen binbaşının buyruğu üzerine düşmanın içine daldı. Ordusunun yarısı kaçmış olsa da kalanları, idaresi altına alan binbaşı, barbarların beklemediği bir karşı saldırı yaparak onların çekilmesini sağladı. Lakin tekrar toparlanacaklarının da farkındaydı. Güneye yöneldi ve arkası, sarp dağa bakan bir yere ulaştı. Buraya tahkimat kurmaya başladı. Uzun kazıkları bir sur misali dizdi. Bu arada savaşta korkusuzca savaşan genç asker ile tanıştı. Binbaşı, onun cesaretine methiyeler dizdi ve onu yüzbaşı ilan etti. Bu sadece bir sözden ibaret idi, lakin bu onu cesaretlendirmeye yetti. Binbaşı, tüm birliği şövalye ilan etti. Onlar imparatorluğun son müdafileriydi. Genç asker, köyünde bıraktığı annesini, kız kardeşini ve savaşa götürülen ihtiyar babasını düşündü. Yer tahkim edildi, ama askerler daha dinlenemeden düşman oklarının sesi yine semayı doldurdu. Ölüm kara bir kısrak ile birliğin arasından geçiyor, her dokunduğu öbür dünyaya irtihal ediyordu. Oklar göğü siyaha boyamıştı. Düşman atlıları, kazık surları hızla aşıp içeriye daldığında, imparatorluğun surları da bir bir çöküyordu. Lakin talih, bu sefer de imparatorluğun yanındaydı. Barbarlar içeri girdiğinde bir nevi kapana kısıldılar. Büyük kayıplar vererek tekrar geri çekildiler. Her şeye rağmen binbaşı, ağır yaralanmıştı ve emrinde sadece yüz küsur kişi kalmıştı. Kader, onlara geri çekilmekten başka şans tanımıyordu. Dinlenmek istediler, ama korktular; kaçmak istediler, ama hain olmak istemediler. Binbaşının emriyle en yakın şehre ilerlemeye başladılar. Giderlerken binbaşı, yine büyük başarılar göstermiş olan genç askere "Benden sonra devlet, sana emanet!" dedi. İki gündür uyumayan ordunun karşısına, yeni bir barbar birliği çıktı. Artık açık alandaydılar ve düşman da taze idi. Atların ayak sesleri, ok, kılıç, çığlık ve lanet sesleri etrafı doldururken Çalap, binbaşının canını aldı. Onun ölmesiyle imparatorluğu ayakta tutan bir sütun yıkılmıştı adetâ. Son vatansever komutan da ölmüştü. Akan kan yere döşenmiş boz taşları kızıla boyamıştı. Düşman askerleri oradan ayrıldığında ayakta kimse yoktu. Lakin genç asker daha sonra zorlukla ayağa kalktı. Binbaşının cesedinin yanına gitti ve onun dürbününü buldu. Onunla uzaklara baktığında, gidecekleri şehrin farkı sancaklar taşıdığını gördü. Anlaşılan imparatorluk miadını çoktan doldurmuştu. Genç asker; Ludwig von Balk, küçük ve mütevazı köyüne doğru yürüyerek ilerlemeye başladı. Ne acelesi vardı; ne de umudu...

Hikâyat, Gümüş Limana VedaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin