Her gece aynı rüyayı görmekten bunalmış bir halde, güneşin doğmadığı saatte dünyanın en rahatsız sesini çıkartarak öten alarm ile gözlerini açtı. Üstüne yattığı kolu uyuşmuştu, uzanıp alarmı hemen kapatamadı. Bu sesi birkaç saniye fazladan duymak bile onu çileden çıkartmaya yetmişti. Gerçi son günlerde onun sinirlerini ne bozmuyordu ki? Mutlu çiftlerin romantik bir yürüyüş için fırsat bildiği sonbahar yağmuru, güler yüzle ikram edilen ama yeterince sıcak olmayan kahve, özel şoförünün sıkışan trafik yüzünden kısa süreli gecikmesi, öten kuşlar, parkta biraz gürültülü oynayan çocuklar… Ama bunlardan daha çok sinirlendiği, hatta artık tahammül bile edemeyecek kadar nefret duyduğu; kendisi idi. Yatakta uzanıp kafasında bunları geçirdi, en son ne zaman güzel bir şeyler düşündüğünü de düşündü, hatırlayamadı. Giderek depresif bir ruh hali içine giriyordu. Kalktı, kısa bir duştan sonra takım elbisesini üzerine geçirdi, kravatını özenle bağladı, pahalı saatini bileğine takıp kol düğmelerini de ilikleyince her şey tamamdı. Hep “Vakit nakittir.” düşüncesinde bir insan olmuş, öyle de yetiştirilmişti. Babası gibi hırslı bir adamdı, duygularını sadece karşısındakileri etkilemek için bir maske olarak kullanır, farklı durumlar için farklı farklı taktığı bu maskelerin altında kimse onun gerçek yüzünü bilmezdi. Kapıdan çıkacağı an arkasından “Kahvaltı hazırlamıştım ama sizin için!” diyen ince bir ses duydu. Dönüp bakmadı bile, sadece “Bugün değil, Deniz.” dedi. Birkaç yıldır ev işlerine yardımcı olan, ortalığı derleyip toparlayan, kendisine sabahın beşinde kalkıp mükemmel bir kahvaltı hazırlayan bu kızı umursamak, bir teşekkür etmek aklına bile gelmemişti. Aklında sadece o gün gerçekleştireceği toplantı vardı. Toplantı saatinden çok önce gidip detayları kontrol etmek onun için çok önemliydi. Babasının vefatı ardından başına geçtiği bu şirket, onun disiplini sayesinde her geçen gün büyümekteydi. Disiplinden uzak her hareket onun için affedilmezdi. Çocuğu ateşlenince mazeretini bildirmeden işe gelmeyen bir çalışanın görevine daha dün son vermişti. Bir annenin çocuğu için çırpınan yüreğindeki telaşı anlayacak merhametten yoksun, dünyadaki en önemli varlığı için işi ikinci plana atan bu kadına gösterilecek hoşgörüden mahrumdu.
Başarılı geçen toplantının ardından imzalanan anlaşmalar, özensiz geçiştirilen bir yemek, yorgunluk ve trafikten sonra eve dönüş… Bu neredeyse ona hiçbir şey ifade etmiyordu. Çünkü yine aynı bezginlikle yatacak, aynı sıkıntılı rüyaları gördükten sonra yine dünün aynısı bir güne uyanacaktı. Gerçekten aynı şekilde yattı, aynı rüyaları gördü ama hiç de aynı kalkmadı. Uyandığında hissettiği garipliği önce anlayamadı. Sanki uyurken hafiflemişti. Zırıl zırıl öten alarma uzanan kolu gördüğünde avazı çıktığı kadar bağırdı. Bu kol, genellikle üstüne yattığı için uyuşan kolu değildi. Bu kol kendine bile ait değildi. İnce, ipince ve çok beyaz bu kol bir kadına aitti. Kendi çığlığı beynine, beyni alarma karıştı. Üçü birden feryat figan haykırdı. Uzun bir süre sonra toparlandı. Hemen yataktan fırlayarak karşı duvarı boydan boya kaplayan aynasına yöneldi. Ama aynayı yerinde bulamadı. Etrafına bakınca kendi odasında olmadığını da anladı. Burası odasının yarısından daha küçüktü. Eşyalar nizam içinde, yerler tertemizdi. Sağa dola çarparak bir ayna aradı. Sonunda buldu ve baktı, ayna titreyen elinden düştü, bin parçaya bölündü. Saniyelik görüntü aklına kazınmıştı. Aynada uzun sarı saçları, iri mavi gözlerinin üstünde hafif dağınık ince kaşları, ince pembe dudaklarıyla Deniz vardı. Bu mutlaka kabuslarından biriydi, uyanmalıydı. Gözlerini bu umutla kapatıp açtı, yine biraz önceki boş beyaz duvarla karşılaştı. Koşarak kapıdan çıktı. Burası Deniz için tahsis edilmiş minik çalışan eviydi. Bahçeyi koşarak geçti, karşıdaki büyük eve girdi; işte burası kendi evi idi.
Tam merdivenlerden çıkarken yukarıda birini gördü, sendeledi. Tırabzanlara tutunmasa düşebilirdi. Yukarıdaki kişi, kusursuz giyimiyle yakışıklı genç adam, kendisinden başkası değildi. Asıl bedeni, tüm resmiyeti, soğuk tavrı ve emredici üslubuyla nasılsa sıkışıp kaldığı bu bedeni, yani Deniz’i kahvaltıyı hazırlamadığı için azarlıyordu. Bu imkansızdı. Sanki gece birisi onu kopyalamış, kopyaladığı parçayı Deniz’in şahsına yerleştirmişti. Şu an kendisini karşıdan tüm objektifliğiyle görüyordu. Dikkat çekici fiziğinin ardından ne kadar da katı biri olduğunu şimdi fark ediyordu. Çünkü yıllardır emeğine bir kez bile saygı duymadığı bu kıza şimdi en ufak hatasından dolayı nasıl bu kadar rencide edici kelimeler sarf edebiliyordu? Bunu hep yapıyor muydu? İnsanlar onu hep şuanda gördüğü zalim adam olarak mı görüyordu? Bu güne kadar kaç kişinin kalbini böyle kırmıştı ki? Yaşadığı şoka bir yenisi daha eklenmişti. Artık dizleri öyle şiddetli titriyordu ki merdivene oturamaya karar kıldı. Onu azarlayan Poyraz ise yüzüne bile bakmadan yanından geçip gitti. Kapının çarptığını işitince güçlükle kalktı, lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Alev gibi yanan cildine temas eden su boynundan aşağıya aktı, kalbine kadar ulaştı. Başını kaldırıp aynaya baktı. Bu güzel, çok güzel yüzdeki mavi gözler şimdi acıyla dolmuştu. Kendini tutamadı, ağladı. Her gözyaşı kırdığı her kalp için damladı. Artık mutsuzluğun sebebini anlıyordu, karamsarlığının, depresyonunun… O, sakin denizin üstünde bin hoyrat dalga yaratan poyrazdan başka bir şey değildi. Bu yüzden Poyraz’lıktan çıkıp, Deniz olmuştu. Bu daima gülen ama gülünce gözlerinin içine kadar gülen masum kızın yerinde olmak ona hayatta verilen en büyük dersti. Kendini başkasının gözünden görmekten ziyade kendini başkasının yerine koymak onun en büyük eksiğiydi. Bu eksikliğini ise ancak böyle bir dönüşüm fark ettirebilmişti. Eğer bu durumdan kurtulursa olması gereken kişi olacağını biliyordu. “Bir kurtulsam, bir kurtulsam…” dedi. O sırada ince, ürkek bir ses duydu. Uzun zamandır önemsemediği bu sese şimdi hasretle kulak kabarttı. “Neredesin?” diye bağırdı. Sonra her şey karardı, nerede olduğunu çözemedi, düşünceleri bu karanlığın içinde kayboldu. Bağırmak istedi, bağıramadı. Ne kadar süre o boşlukta kaldığını tahmin etmesi güçtü. Daha sonra bir ışık gördü, önce çok silik olan bu ışık giderek parlaklaştı, sonra da bir koku duydu. Bu hafif çiçek kokusunu içine çekti. Onu en son çocukken annesinin yaptığı tarçınlı kurabiyelerin kokusu böylesine etkilemişti. Büyüdükçe, kokuları duymaktan zevk almaktan bile zamanı olmayan meşgul birisi olunca hayattaki böyle ufak detayların insanı ne kadar mutlu ettiğini unutmuştu. Koku, yerini ondan daha hoş gelen o ince sese bıraktı. Galiba sesin sahibi ağlıyordu. “Lütfen Poyraz Bey, kendinize gelin!” cümlesi ara sıra derinden gelen hıçkırıklarla bölünüyordu. Şimdi tek istediği onu sakinleştirmekti. Tüm gücünü topladı. Dudaklarını araladı “Korkma.” dedi. Yavaş yavaş gözlerini açtı, etrafındaki her şey netleşti. İlk gördüğü ve artık hayatında her an görmek istediği bu yüz, telaştan beyazlaşmış, alnının üstüne dökülen kahküllerin altından bakan mavi gözler hüzünden doğan gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Her şey kararmadan önce aynada gördüğü ağlamış yüzün aynısıydı. O halde? O halde Deniz karşısındaysa peki kendisi?.. Hemen vücuduna baktı. Önce bir erkeğinkine göre daha biçimli ellerini gördü, sonra güçlü bileğindeki saati tanıdı. Deniz anlatıyordu “Gece çok ateşlenmişsiniz. Buraya sabaha karşı kahvaltı hazırlamaya geldiğimde fark ettim. İlaç verdim, bez koydum ama düşüremedim. Hemen doktoru aradım. Çok korktum. Sürekli sayıkladınız Poyraz Bey.”
Deniz konuşurken Poyraz güçlükle doğruldu, karşı duvardaki aynada kendini gördü. Sonra yanında oturan Deniz’e baktı ve ona sıkıca sarıldı. Deniz şaşkınlıktan ne dediğini unuttu. Kelimelerin yerini duygular aldı.
Bir rüya sayesinde başlayan hikayeleri, üç ay sonra rüya gibi bir düğünle tamamlandı. Poyraz, o rüya ile hem hayallerinin eşine, hem de tüm eksiklerini tamamlayıp kendisini tam bir insan yapan duyguya kavuşmuştu; empatiye.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Rüyanın Elinde
ChickLit"Empati" konulu bir yarışma için hazırlanmış bir kompozisyondur, e haliyle bu da tek bölümlük:)