Ocak

34 2 0
                                    

Ocak bir türlü gitmiyordu adamdan.

Gitmek eylemini dilinden düşürmeyen bir adamdı. Çocukluğundan beridir ne özenmişti adam sözcüğüne. Fakat bu gitmesine engel olmadı hiç. Hiç gidememekten korktu belki yahut bildiğin aylak kişinin tekiydi. Fakat adam sıfatını hep çok istedi. Adam olmak için uğraşmadı, adam olmayı öğrenecek kadar da kadın olmadı hayatında hiç. Nihayetinde, kadınlardan öğreniliyordu adamlık.

Gözleri kapalı bunları düşünürken, aslında uyandığını fark etti. Gözlerini açtı, saat 06:45’ti.

Doğruldu yatağından, şöyle bir gerindi. Ellerini dizlerine bastırdı sonra ne kadar dar vakitlerde yaşadığını düşündü. Kalkıp mutfağa yöneldi. Geceden hazırladığı çeyrek ekmeğin arasına biraz domates biraz da peynir koydu. O arada yine geceden zamanlayıcısını kurduğu su ısıtıcısının termostatı attı, uzun bardağına bir çay poşeti atıp aklınca çay demledi. Mutfaktaki küçük masaya geçti, tahta iskemleye gıcırdanarak yerleşti.

Beş katlı bir apartmanın, üçüncü katında yaşıyordu nikâhlı, taze karısıyla birlikte. Ev kutu gibiydi. İskandinav tipi eski koltukları ve beyaz uzun perdeleriyle süslü bir salonu, uzun bir koridoru vardı evin. Duvarları, o modası çoktan geçmiş şampanya rengiydi. Uzun koridorun nihayete erdiği yerde yine dar ve uzun bir mutfak vardı. Beyaz yağlı boyayla tazelenmiş ahşap rafta, Çekoslovak porselenleri diziliydi mavi çiçekli.

İki de odası vardı o küçücük evin. Arkada, balkonlu odayı kendilerine yatak odası, yanındaki küçük odayı da doğacak olan çocukları için ayırmışlardı ama henüz bir işlevi yoktu bu odanın. Nasıl olsun ki? Kolay mı bu zamanda bir insanın, bir bireyin sorumluluğunu almak? Ona Dünyayı, yaşamı, sokağı öğretmek, yetiştirmek. Hele ki bu maaşla.

Bir yandan çeyrek ekmeği ısırıp çayla yumuşatırken bir yandan masanın üzerindeki sönmüş mumları fark etti. Geceyi hatırlattı bu ona. Geçen geceyi. Evliliklerinin ilk yılını mütevazı bir şekilde kutladıkları o sakin gece. Hem gülümsedi hem de nedenini bilmediği bir sıkıntı kapladı içini bir anda. Doyup kalktı masadan, yatak odasına geri döndüğünde yastığın tekine bacağını atmış pijamalı bir yıllık karısını gördü. Uzandı yanına usulca, kadının teni kor gibi sıcaktı. Küçük küçük öptü boynundan, kadın gözlerini araladı. Boynundan karnına oradan da ayakuçlarına kadar bir şey aktı vücudunda. Yüzü değişti, dönüp kendine çekti kocasını.

Saat 07:07’idi

Bi’ bok olamadı tabii haliyle. Acele acele giyip çıktı evden. Otobüs durağına koşar adımlarla yürüdü. Yoldayken şehrinde bir metro olmayışı canını sıktı.

Ne kadar afilli bir işe gidiş şekliydi metro! Yağmurlu çamurlu yollar yoktu, modern ve güzel raylar vardı. Metro istasyonunda eteği uçuşan güzel kadınlar, güzel giyimli şık adamlar vardı. Metro istasyonları New York gibi değil Londra gibi olmalıydı!

Hemen bir şiir yazası geldi karısına doyamadan evden çıkışına atfen;

zamanı gelmemiş bir doğum gibi
kalktım güzel kadının yanından
hava yağmurlu
ben metro istasyonunda sırılsıklam
oldu mu ya şimdi?

Şair değildi ve hiç de olmamıştı. Hayat bu belli olmaz, dese de kendi kendine hiçbir zaman da olmayacaktı. İtiraf edemezdi bunu kendine ama her sabah – özelikle sonbahar sabahlarında – sabahı koklarken yazardı şiirlerini. Ne de güzel bir mevsimdi O’nun için sonbahar. Ne kış kadar asi ve gaddar ne de yaz kadar cıvık ve laubali!

Otobüs durağına geldiğinde saat 07:20 olmuştu bile. Beş dakikası vardı otobüsün. Zamanında yetişmenin haklı gururunu yaşadı önce sonra otobüs durağının tıklım tıkış oluşu ve kendisinin de bu durağın dışında ahmak ıslatan yağmurun altında olması canını bir hayli sıktı. Bu beş dakikalık süre içerisinde otobüsün hangi nokta duracağını ve bu duruş konumunda otobüsün kapısının hangi kaldırım taşına denk geleceğini hesapladı. Böylelikle kendinden önce gelenler olsa da otobüse önce o binecek ve muhtemel boş koltuktan birine çöküp durağın içerisinde bekleyemeyişinin intikamını alacaktı.

OcakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin