Sabah saat 06.20'de alarmın titremesiyle uyandım. Öylesine yorgundum ki yine okula gitmek fikri beni çürütüyordu. Okulu sevmediğimden değil, yanlış anlaşılmasın. Fakat yaklaşık 10 gündür banyo yapamıyordum ve 14 yaşında gençliğe yeni adım atmış bir kadın olarak ister istemez kokuyordum. Saçlarım yağlanmıştı, suratımı zaten köpek yalasa doyardı. O yüzden hep saçlarımı topluyordum, lise hayatım boyunca da hiç açmadım. Hep at kuyruğu yaptım. Tırnaklarım desen evet tırnak makası vardı, kesiyordum ama yine de ellerimi düzenli yıkayamadığım için araları kir dolu oluyordu. Okula gidince ilk teneffüste hemen lavaboya koşuyordum. Giderken de çok dikkat çekmeden gitmeye çalışıyordum. Çünkü hem eteğim hem gömleğim ütüsüzdü. Gömleğin üzerine bir hırka giyiyordum evet ama eteğimi özellikle hocalar görmesin diye teneffüslerde bile tuvalet harici ayağa kalkmazdım. Hep sırada oturup bir şeyler okuyordum. Okul çıkışında ise önce herkesin gitmesini bekliyordum ya da herkesten önce koşarak çıkıyordum sınıftan.
Oturduğumuz ev bir apartmanın bodrum katıydı. Aslında oturmak için de tasarlanmış bir yer değildi. Yani en azından orada oturan ilk bizdik. Aynı apartmanın 4. Katında oturuyorken kirayı ödeyemediğimizden ev sahibi bizi dışarı çıkarmak yerine bodrum kata indirdi. Babam her zamanki gibi zoru görünce ortadan kaybolmuştu. Bilmiyorum, belki de aklında yine bütün sorunlarımızı çözecek kadar parayla gelmek vardı. Ama sonuç olarak ben, annem ve benden küçük iki erkek kardeşimle birlikte eşyalarımızı bodrum kata indirmiştik. Ev sahibi bize evden çıkmamızı söylemişti de annem birinci kata indirsinler diye rica etmişti. Fakat ev sahibimiz olan yaşlı teyze ve onun iri yarı oğlu bize bodrumu verdi ve annemi de kendilerine hizmetçi gibi gördüler, tabi yine de bodrumun kirasını ödemek şartıyla.
4. kattan bodruma inmemize belki de en çok ben üzülmüştüm çünkü 4. Katta çok güzel bir banyomuz, hepimizin ayrı yatak odası ve düzenli bir mutfak vardı. En önemlisi de orada su vardı. Şimdiki bodrumda su bağlantısı yoktu ve suyu yaklaşık 15 dakika uzaklıktaki camiden büyük kovalarla getiriyordu annemler. Babam da her zamanki gibi kötü de olsa bir çözüm bulan annemin çözümüne dahil olmuştu, para falan da bulmadan eve geri dönmüştü. İşte bu yüzden taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyorduk. Hava da yavaş yavaş soğumaya başlıyordu, eylül ekim aylarındaydık. Bu şartlar altında insanın içinden banyo yapmak bile gelmiyordu. Zaten banyo diye ayrı bir alan yoktu evde. Mutfağın içinde yarı kapanan bir kapıyla tuvalet için bir bölüm ayrılmıştı. Annemlerin taşıyarak getirdiği, küçük mangal tüpünde ısıttığı suyla birkaç kez sadece başımı yıkayabilmiştim orada. O da bin bir zahmetle. Tuvaletin ışığı olmadığı için kapıyı açık tutuyordum ve de evdekileri uyarıyordum ben yıkanırken bu tarafa gelmeyin diye. Tabi ergenliğe yeni yeni girmenin de getirdiği bir hırçınlıkla bağıra bağıra söylüyordum bunları. Sinirli sinirli mutfağa giriyor, kovaya doldurduğum suyu tuvalete götürüyordum. Tuvalet o kadar karanlıktı ki ışık vurmayan kısma hiç bakmamaya çalışıyordum. Çünkü eğer orada bir şeyler görürsem, yani fare gibi bir şeyler, bir daha asla tuvalete giremezdim ve görmemek için bakmıyordum o tarafa. Nitekim ben ne kadar bakmamaya çalışsam da onun bana baktığı bir gün geldi çattı.
İşte 06.20'de kalktığım saatlerden birinde henüz bizimkiler uyanmamışken kimseyi rahatsız etmeden tuvalete gidecektim. Fakat hepimiz aynı odada uyuduğumuz için böyle bir şey pek de mümkün olmadı ve annem gözlerini hafifçe araladı. Benim tuvalete doğru gittiğimi görünce kafasını yastığa tekrar koydu ve gözlerini kapattı. Bense gözlerim yarı açık yarı kapalı mutfağa doğru yöneldim. Yerde çöpün üzerinde poşetin içine bırakılmış bir şeyler vardı. Loş ışıkta poşeti ayırt edebiliyordum ama içindekini net olarak görecek kadar açılmamıştı gözlerim. Ben ışığı yakınca poşetten bir ses geldi. Olduğum yerde dondum kaldım. İşte orada gözlerim kocaman açıldı. Poşetin içinden kafasını çıkarmış simsiyah kocaman bir fareyle bakışıyorduk. İkimiz de şaşkın ve korkmuş görünüyorduk. O an "Annee!" diye çığlık attığım gibi hızla uyuduğumuz odaya kaçtım. Hemen ardından kapıyı da sımsıkı kapattım. Farenin beni kovalayacağını düşünmüştüm oysa eminim o da benden korkup kaçmıştır. Çığlığımı duyan evdeki herkes uyandı. En küçük kardeşim şivesiyle "Noluyo len,niye bağırıyon gızım" dedi. Ben anneme dönüp "Fare, fare... Fare gördüm çöpün üstünde" dedim. "Hani neredeymiş bu fare, aman seni yer sanki!" diye sinirli sinirli kalktı babam yerinden. Mutfağa bakmaya gitti. Ben hemen arkasından kapıyı sıkı sıkı kapattım. "Hani nereye gitmiş, fare falan yok" diye babam içeride şimdi buraya yazmak istemediğim küfürler edip odaya geri döndü. İşte ben orada kıyameti kopardım. "Yahu bıktım artık rezillik içinde yaşamaktan. Siz ne biçim anne babasınız. Ben kaç yaşıma geldim, hala oturduğumuz eve bak. Tuvalete bile gidemiyoruz. Okulda arkadaşlarımdan utanıyorum, doğru düzgün banyo yapamıyorum." Diye ağlamaya başladım.
O gün okula gitmedim. Ama evde de durmadım. Üzerimi giydiğim gibi yürümeye çıktım. Bizim orada evin 45 dakika uzaklığındaki yüksekçe bir parka doğru yürüdüm, oturdum, oyalandım bütün gün. Şimdi tam hatırlamıyorum eve nasıl döndüğümü, nasıl tekrar tuvalete girdiğimi falan ama mecbur kalınca her şeye alışıyorsun. Bir daha o fareyi görmedim o ayrı. Görsem ne yapardım o zamanlar, bilmiyorum.
Şimdi işe hazırlanmam gerekiyor. Umarım yarın görüşebiliriz. Hoşçakalın.

YOU ARE READING
işe Gitmeden Önce Yazdıklarım
Non-FictionGarsonluk yapıyorum. Saat 14.00'da başlayan mesaiden önce erken uyanıp yazdıklarım bunlar. Elimden geldiğince her gün yazmaya gayret edeceğim. Çünkü yazmak benim için nefes almak gibi bir şey. Umarım mesai saatlerimi değiştirmezler çünkü bazı günler...