siyah maskesi yüzünün yarısını kapatmış, kapüşonunu kafasına geçirmiş ve kulaklıklarını takmış bir şekilde yürüyordu genç adam. telefonu titriyor fakat açmıyordu, istemiyordu. serbest olduğu şu bir gün içerisinde kimseyle konuşmak istemiyordu. ayakları su toplamıştı ama yine de yürümeye devam ediyordu. o her hafta aynı saatte yürümeye başlar, aynı saatte de istediği yere varırdı. kendine ne olduğu, nasıl zarar gördüğü zerre kadar umurunda değildi. daha ne olabilirdi ki?
bu, yaklaşık iki yıldır onun için bir rutindi. her perşembe günü tek başına saatlerce yürür ve uçurum kenarına gelirdi. onunla konuşur, içi dışına çıkana kadar ağlar, orada biriktirdikleri anılar aklına doluşur ve yüzüne kırık bir tebessüm yayılırdı.
bir süre daha yürüdü, yürüdü ve yürüdü. sonunda istediği yere vardığında hafifçe gülümsedi. uyandığından beri ilk defa bir duygu yansımıştı yüzüne. tüm deniz ayaklarının altındaydı şimdi. ağır adımlar eşliğinde en uca, yeşilliklerin üzerine oturdu ve bacaklarını boşluğa sarkıttı. maskesini indirip kulaklıklarını çıkardı.
gözleri, aşağıdaki sayısız kayalıktan sadece bir tanesine kayarken gördüğü kuru kan lekelerinde takılı kaldı. sanki ilk görüşüymüş gibi gözleri kararırken başına ağrılar saplanmış ve alt dudağını şiddetle titremişti. gözlerini gökyüzüne çevirdi. işte başlıyordu.
"benim güzeller güzeli meleğim, ben geldim." dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini bulutların arasında gezdirdi. oradaydı. orada bir yerde, tam saatinde geldiği için sevgilisini gülümseyerek dinliyordu.
"beni özledin değil mi? biliyorum, ben de seni çok özledim." boğazına oturmuş olan yumru anında kendini göstermiş ve cümlenin yarısında sesi kısılmıştı. yanan gözlerini yumdu ve birkaç damlanın yanağına düşmesine izin verip devam etti.
"nasıl olduğumu soracaksın," burnunu çekti. "ben iyiyim. üniversitede son senem, biliyorsun. her şey iyi gidiyor. peki sen nasılsın?" sordu genç adam. cevabın gelmeyeceğini bile bile sordu. boğazından bir hıçkırık yükselirken ellerini yüzüne kapattı. yine tutamamıştı kendini.
hıçkırıkları boş alanda yayılırken bir süre öylece ağladı fakat toparlandı sonra. sevgilisiyle konuşma fırsatını haftada bir gün bulabiliyordu. ıslak yanaklarını elinin tersiyle silip burnunu sertçe çekti ve bakışlarını etrafta gezdirdi. yüzüne oturan kırık fakat büyük gülümsemeyle başını gözyüzüne çevirdi tekrar.
"ilk tanıştığımız günü hatırlıyorsun değil mi? tanrım.. o kadar güzeldin ki taehyung. tüm kamp boyunca gözlerimi senden alamamıştım."
flashback
"jimin'in yanındaki çocuğu gördünüz mü? çok yakışıklı! onunla konuşsam mı?" her yerde sinirle aradığı ismi yakınlarında olan kızların ağzından duyunca hızla onların yanına ilerledi jeongguk.
"merhaba, jimin'i gördünüz değil mi? nerede olduğunu söyler misiniz lütfen?" jeongguk konuştuğunda şaşırıp kızaran kızlardan biri jimin'in yerini söylediğinde hızla teşekkür edip uzaklaşmış ve tarif ettikleri yere gitmeye başlamıştı. sonunda tanıdık bedenin sırtını seçebildiğinde isyan edercesine bağırarak konuşmaya başlamıştı.
"tanrı aşkına! gece boyunca seni aradım! süs diye mi taşıyorsun sen telefo-" irkilerek ona dönen iri bedenin önünde, onunla neredeyse aynı boyda olan bir beden daha gördüğünde cümlesi yarıda kesilmiş, olduğu yerde kalakalmıştı.
siktir, siktir, siktir, derin bir nefes aldı ve gözlerini kırpıştırdı. tanrım, cennette miyim yoksa bu çocuk düşmüş bir melek mi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
my fallen angel; taekook
Fanfiction[one shot] [angst] o gün; jeongguk'un gözlerindeki yıldızlar, taehyung'la beraber o uçurumdan aşağı düştü. « for @destinytk »