Kaçıyordum.. İnsanlardan, aynalardan, ailelerden, mutluluktan, erkeklerden... Herkesten ve her şeyden kaçıyordum. İnsanların bana taktığı iğrenç lakaplardan kaçıyordum. Geçmişimden, geleceğimden ve bugünümden... Hatta kendimden bile kaçıyordum belki de. Sevmezdim zaten kendimi. Kendime karşı anlayamadığım bir nefretim vardı. Bunu sağlayan büyük ihtimalle insanların anlayıp, dinlemeden yargılamalarıydı. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki bu evcilik oyununa, o kadar alışmıştım ki 'salağın teki' rolünde olmaya, benden bir şey olmayacağına o kadar çok inanmıştım ki, yıllarca o parmakla ayıplanan, sınıfta hep en arka köşede oturan sessiz kız olmaya özen göstermiştim. Ama sonra benliğimi kaybetmiştim. 'Salağın teki' miydim, yoksa 'Bi şeye yaramayacak kız' mıydım? İşte en büyük sorun buydu. Kimsesiz değildim. Ben 'kimse' idim. Gidişlere, terkedilişlere, yalnızlığıyla tavla oynamaya alışan ben işte. Bir başkası değil. Ben 'kimse' olmuştum ve yavaş yavaş yok oluyordum. Yakında ruhum da beni terk etse, hiç şaşırmazdım. En çok canımı yakan da ben gidiyordum ve kimsenin umrunda değildi. Kimse beni özlemeyecekti. Kimse beni sevmiyordu, bu yüzden ben 'kimse' oldum, en azından kendimi sevmeye çalışabilirdim. Böylece kimseler beni de severdi. Bu yüzden yaptıklarımın hepsinin suçlusu onlardı... Bu düşünceler aklıma geldikçe daha da hızlandım. Terlemiştim. Beni bulamayacaklarından emin olduğum bir yerde durmaya karar verdim. Binaya girmeden önce son bir kez göz attım. Aynı benim gibi bir binaydı. Eski, çirkin ve yorgun... Kapıyı ürkek adımlarla açtım. Onların burada olabilme ihtimalleri bile beni ürkütüyordu. Kapının üzerinde asılı olan çan titreyince kendime geldim. İçeriye doğru bir kaç adım attım. Gözlerim holde gezindi. Kapıdan 5-6 metre uzaklıktaki iki ayağı kırık tahta bir masa ve üzerinde bulunan dağınık sarı evraklar... Masanın hemen arkasında bulunan anahtarların asılı olduğu bir tablo ve masanın hemen yanında olan eski yaylı tekli bir koltuk vardı. İçerisi rutubet ve kan kokuyordu. Daha şimdiden kanın o metalik tadını ağzımda hissetmiştim. Tiksintiyle yüzümü buruşturdum. "Buyrun?" diye içerdeki odalardan bir ses geldi. Bir süre sonra da aynı sesin sahibi olduğunu düşündüğüm biri içerden çıkıp, hole adım attı. Yaşlı bir adamdı. Üzerindeki mavi gömleği ve üzerine giydiği gri takım elbise ile yıllara meydan okuyor gibiydi. Saçlarının arasında siyahlarla beyazların savaşın vardı. Yüzünde yaşadığı deneyimlerim belirtisi olan çizgiler de vardı. Bi süre ne diyeceğimi bilemedim. "Ş-şey..." diye bir şeyler geveledim ağzımda. İnsan uzun süre susunca konuşmayı unutur muydu? Sanırım bu teorinin beden bulmuş hali bendim. "Buyur kızım seni dinliyorum." dedi adam. Bu adam da onlardan mıydı? Bana zarar verir miydi? Bana yaptıklarının aynısını yapar mıydı? Aklıma gelen kötü düşüncelerden güç alarak "Dokunma bana!" diye bağırmaya başladım. Bu sırada arkaya doğru yürümeye başlamıştım. Bir süre sonra duvara çarpmıştım. Sesim binanın içinde yankılanıyordu. Yavaşça ellerimi başımın arasına alıp, yere oturdum. "Merak etme, sana bir şey yapmayacağım." dedi adam bana doğru ilerlerken. "Yaklaşma bana!" dedim. "Ta-tamam." dedi yaşlı adam. "S-sen de on-onlardansın!" dedim dehşet içinde. Korkmaya başlamıştım. "Kimlerden?!" dedi adam merak içinde. Bunu söylerken yanıma geliyordu ve aramızda taş çatlasa beş-altı adım vardı. "Yaklaşma!" diye bağırmaya başladım. Tekrar. Adam ya gerçekten çok şaşırmıştı, ya da çok güzel rol yapıyordu. İlk seçeneği kafamdan atıp, hızla ayağa kalktım. "Eğer bir adım daha atarsan..." dedim. Adam olduğu yerde durakaldı. Bir an çarpıldığını düşünmedim değildi. "Tamam, bak gelmiyorum." İnanmıyorum. "Görebiliyorum, kör değilim." dedim kendimden bile beklemediğim bir sakinlikle. "Neyin var kızım?" dedi adam uysalca. "Benim bir şeyim yok. Sorunlu olan sizsiniz." dedim kibirlice.
Edit: Hikaye @foreveralonequeen ile birlikte yazılmaktadır.