"on sekiz yaşımdan bu yana yalnız yaşıyorum. aldığım kararlar ile ailemin benimle ilgili planları hiç bir zaman uyuşmuyordu. babam ısrarla sigortalı, masa başında ve dolgun maaşlı bir meslek edinmem için baskı kuruyor, annem ise asla babam gibi işe yaramaz bir adam olmamam konusunda gizli gizli beni dolduruyordu. belki de bu yüzden asla evlenmeyi düşünmüyorum. sözde dillere destan aşkları, geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısına bulanmış ve zamanla önemini yitiren duygulara bırakmıştı yerini. bitmek bilmeyen kavgaların odak noktası her zaman ben olurdum. oysa yaptığım tek şey o çatı altında barınmaktı. sadece yemekte bir araya gelirdik. hoş yediğim iki lokma burnumdan gelirdi her seferinde. yaptığım hiç bir şeyden memnun olmayan bir baba ve olayları yatıştırmaktan yorgun düşmüş bir anne arasında kalmış benliğim, daha ne kadar dayanabilirdi ki?
şimdi kendime ait bir çatı katına sahiptim. küçük ama delice huzurlu bir yerdi burası. ay sonu geldiğinde tepemden inmeyen yaşlı ve huysuz ev sahibimi saymazsak tabii. tanrım.. geçen ay kirayı bir gün geciktirdim diye kapımın kilidini değiştirmişti. asla acıması yok. ama yerim ve onun tatlı dilinin açamayacağı kapı da öyle. nasıl yaptı, o huysuz kadını nasıl ikna etti hala anlatmıyor bana. ah, bu arada yerim'i tanıyorsun değil mi? hani geçen gün sana bahsettiğim küçük kaplumbağa? üzerine adını karalarken bile yüzümde oluşan aptal gülümsemeye bakar mısın? bu gülümsemeden tanıyabilirsin onu. henüz onun yüzüne karşı asla böyle gülümseyemedim. neden mi? bilmem.."
çalan kapı ile irkilmiştim. bu saatte kim olabilirdi ki gelen? elimde ki kalemi masanın üzerine bırakıp hızla kapadım mavi kaplı defteri. ani bir kararla başlamıştım yazmaya, çok yeniydi. belki de bir şeyler dolmuştu içimde, koyacak yerim kalmamıştı da ihtiyaç duymuştum bu boş kağıtlara. yere doğru eğilip yatağımın altında ki boşluğa doğru ittim defteri. ardından doğrulup üzerimi düzelttikten sonra kapıya doğru adımlarken ısrarla zile basan davetsiz misafire seslendim:
"geliyorum!"
saat neredeyse gece yarısına geliyordu. kapıyı açtığımda sırılsıklam olmuş, soğuktan dudakları titreyen küçük bir bedenle buluştu gözlerim. kızarmış gözlerle sadece bana bakıyor, sığınacak bir yer arıyordu. tek kelime bile etmeden kenara çekildim ve araladığım kapıyı sonuna kadar açıp içeri girmesini bekledim. ayakkabılarını çıkarıp ıslak çorapları ile parkelerde sürükledi yorgun bedenini. köşede ki kanepeye oturmasını izledim hemen ardından adımlarken.
yatağımın karşısında ki küçük dolabın kapağını açıp içerisinden aldığım havluyu fırlattım kanepeye doğru. kafasına konan havluyu çekme girişiminde bile bulunamayacak kadar yorgundu anlaşılan. seçtiğim tişört ve pijama altı ile ayrıldım dolabın yanından. kanepeye doğru adımlayıp yanına oturduğumda, havlunun altından damlayan göz yaşları kucağında ki ellerine dökülüyordu. bir yandan titriyor bir yandan da sessizce ağlıyordu.
"yah küçük kaplumbağa! kes şunu"
göz devirip başında ki havluyu alıp ıslak saçlarını kurulamaya başladığımda dudaklarını büzmüş, daha fazla ağlamamak için kendini zorluyordu. tel tel ayrılan saçlarının arasından görünen yüzü öyle sevimliydi ki, karşısında ciddi kalmak çok zordu. soğuk tavırlarımdan ödün vermeden sert bir üslûpla sorular sormaya başladım, bir yandan saçlarını kurularken.
"bu saatte dışarıda ne işin vardı? delirdin mi huh? hadi çıktın anladık, şemsiyen falan yok mu kızım senin? çocuk musun sen? başıma bela olmaktan başka yaptığın bir şeyler de var mı bu hayatta?"
söylediklerim onu daha da zorlarken iç çekip elimde ki havluyu kenara bıraktım. boynundan geçirdiği çantasını dikkatli bir şekilde çıkardıktan sonra ceketini çıkarmasına da yardım etmiştim. üzerine yapışan ıslak beyaz tişörtüne takılmıştı gözlerim. yutkunup gözlerimi kaçırdıktan sonra havluyu tekrar kafasına atıp kalktım kanepeden.
"hasta olacaksın kurulan ve şunları giyin. ben ramen yapacağım."
kaçar adımlarla mutfağa ilerlerken içimden kendime sövüyordum. böyle savunmasız bir anında heyecenlanmam şart mıydı yani? mutfak dolaplarını karıştırıp ramen paketlerini avuçladım ve sert bir şekilde mutfak tezgahına bırakırken söylenmeye başladım:
"bu saatte genç ve bekar bir erkeğin evine gelmekte neyin nesi? aptal bu kız aptal! hayır herkesi benim kadar iyi niyetli mi sanıyorsun küçük kamplumbağa?"
aniden az önce ki olayı hatırladığımda başımı sağa sola salladım ve çıkardığım tencereye su doldururken mırıldandım.
"iyi niyetli mi? boşversene.."
odaklanmış bir şekilde pişen ramenin içine yumurtaları kırarken belime dolanan kollar ile irkilmiştim. belimde ki kollarını sıklaştırırken başını sırtıma yaslamıştı. yine içimde ki haykırışların ağzını kapatırken, soğuk kanlı tavırlarımın arkasına saklanıyordum.
"yah."
"sadece teşekkür etmek istiyorum, izin ver lütfen."
"bunun için yapman gereken şey bu değil."
her zaman ki sinsi gülüşü ile mırıldandı "daha fazlasını mı yapmalıyım?"
kollarını çözdükten sonra küçük bedenini yanımda ki sandalyeye doğru ittirdim yavaşça. "sadece gözüme gözükme hm? delicesine minnettar olurum o zaman."
"eyş.. çok sıkıcısın biliyorsun değil mi?"
pişen ramenin altını kapattıktan sonra tencereyi mutfak tezgahının üzerine alıp çubuklarla birlikte karşısında ki yeri aldığımda, sorgular bakışlarımı üzerine diktim. "yine mi kavga ettiniz?" gülen yüzü solarken elimde ki çubukları aldı ve ramenin kapağını alacağı sırada eline vurdum. "sen tabak kullanacaksın kaplumbağa, bu zevk bana ait."
gözlerini devirip sandalyesinden kalktı ve dolaptan aldığı tabakla yerine oturduğunda beni öldürmek istediğine yemin edebilirdim. az önce ki sorumu yanıtlamak üzere yüzüme baktı "ayrıldık biz."
"ah, anlıyorum. tıpkı bir önce ki ayrılığınız gibi ha? ve ondan öncesi.. dur ondan önce ki daha kesin bir ayrılıktı sanırım? woah.. söylesene hangisine daha yakın?"
"dalga geçme aptal.. bu kez gerçekten bitti."
tek kelime etmeden kapağa aldığım rameni tek nefeste içime çekerken, yerim'in rutin ayrılık sitemlerini dinliyordum bir yandan. jaehyun şimdi arasa telefonu aegyolu bir şekilde açacağına hiç şüphem yoktu. başımı "oh, evet evet anlıyorum. haklısın" dercesine sallarken çoktan doymuştum bile. bu gece uyumayıp sabaha kadar yeni bestem üzerinde çalışacağımdan sert bir kahveye ihtiyacım vardı. ayağa kalkıp dolaptan kupaları çıkarırken mırıldandım "kahve?"
"hey sen beni dinlemiyor musun?"
"içiyor musun, içmiyor musun?"
elinde ki çubukları sertçe masaya bırakıp kalktı oturduğu sandalyeden. "hayır! uyuyacağım ben." mutfaktan çıkarken arkasından baka kalmıştım. neydi şimdi bu? ne bekliyordu ki? kahve paketini tek elimle dudaklarıma doğru götürüp dişlerimle yırttıktan sonra kupaya doldurmuştum. ısıtıcıda ki sıcak suyu da üzerine ekleyip karıştırdıktan sonra yavaş adımlarla pencereye doğru adımladım. mutfak penceremin inanılmaz bir manzarası vardı. gerçi saatlerce izlesem de sıkılmayacağım manzara, muhtemelen kanepemin üzerindeydi. ancak şu kare ekranda ki manzara bile daha çok aitti bana. düşlediğim manzara ise bir o kadar imkansız ve uzak.
bir süre daha bana ait manzarayı izleyip onunla avuturken kendimi, içeride ki sessizlik merak uyandırıcıydı. kahvemden bir yudum alırken içeriye doğru yürüdüm. düşündüğüm gibi kanepenin üzerinde uyuyakalmıştı. üşüdüğü için olmalıydı ki, toplanmıştı bacakları. telefonu da elindeydi. elimde ki kupayı orta sehpaya koyup kanepenin yanında diz çöktükten sonra, yüzüne düşen sarı saçları arasından özenle dizilmiş kirpiklerini inceledim. yüzümde hafiften oluşan tebessümüm, bu benim en zayıf anımdı işte. gözlerim yüzünde gezinirken dudaklarına düşürdüm irislerimi. onlarda bana ait değillerdi, bakmaya bile hakkım yoktu. bu kez ince parmakları arasında ki telefona çevirdim bakışlarımı. ekranında beliren fotoğraf karesinde ki de ben değildim. muhtemelen şu an yanında olmak istediği kişi de değildim.
ben onun için yalnızca jeon jungkook'tum. çaresiz hissettiğinde çaresiydim, sevgisiz hissettiğinde sevgisi. umutsuzken umudu, yalnızken bir dosttum. ama hiç bir zaman izlemek istediği manzarası olamadım.
biz.. sadece arkadaşız.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
we just friends || jungri
General Fictionşimdi yirmi beş yaşındayım, o ise henüz yirmi üçünde. küçük kaplumbağa genç ve güzeller güzeli bir kuğu şimdi. bunca yıl ona çirkin ördek yavrusu gibi hissettirsem de kendini, gönlümde ki kuğudan bir haberdi küçüğüm. ben ise robin hood'uydum bu masa...