onu ilk gördüğümde gülüyordu.
okul bahçesinde bir banka dört arkadaş sığmış, lise bokunu seyrediyorduk. henüz birinci sınıftık, okul açılalı birkaç hafta olmuştu ama şimdiden bıkmıştım. öylesine bayık bakışlar atıyor, seokjin'in anlattığı her neyse dinliyor gibi davranıyordum.
birden sağ taraftan bir kahkaha yükseldi. öyle yüksekti ki, bahçedeki herkesin duyduğuna emindim. refleks olarak döndü başım ve sonra onu gördüm; bir kolunu yanındaki çocuğun omzuna atmış, gülerken yere düşmemek için tutunuyor gibi bir hali vardı.
hayatımda daha önce hiç bu kadar güzel gülen birini görmemiştim.
böylesine yüksek sesli gülüyor olmasına rağmen ilginç bir şekilde sesinden rahatsızlık duymamıştım. gözlerinin kenarında yaşlar birikmişti. normalde olsa ağlayacak kadar gülmesini aptalca bulurdum ama o an büyülenmiş gibiydim.
arada gülüşü diniyor, elini gizleyen büyük hırkası kırışmış sevimli burnuna gidiyor ve gülüşünü de görmeme engel oluyordu. saniyelik bir şeydi ama bu; yanındakilerden birinin dudakları hareket ettiği anda tekrar kahkahalara boğuluyordu.
neden bilmiyorum, gülmesine sebep olan kişi olmak istemiştim. bir an için içimde bir ateş parlamış, o gülüşün sahibi olmak arzusuyla yakmıştı beni.
yanımda arkadaşlarımın homurdandığını duyuyor ancak anlayamıyordum. tek yapabildiğim gözümü dahi kırpmadan kim olduğunu bilmediğim o çocuğu izlemekti. artık gülüşünün sesi duyulmadığında, yalnızca dudaklarında kaldığında da ona bakıyordum. sanki çok uzaklardan geliyor gibi hissettiğim okul zilini algılarım yakalayabildiğinde, kolumdan çekiştirildiğimi hissettiğimde dahi olduğum yerden kıpırdamıyor ve ona bakıyordum.
benim olduğum tarafa doğru yürümeye başladığında kalbimi hissettim; kilometrelerce koşmuşum gibi atıyordu. o ise hiç acelesi yok gibi yavaş yavaş yürüyor, dudaklarının sürekli hareketinden anladığım kadarıyla bir şeyler anlatıyordu. sesi öylesine yumuşak, öylesine naifti ki... bu dünyadan değil gibi hissettirmişti. ben o an, o dünyadan değildim ya da; sanki orada değildim, çok uzaktan olanları izliyormuşum gibiydi. elimi uzatsam onun eline değeceğine emindim ama sanki olamazmış gibi gelmişti.
fizik kuralları yok olmuştu. insanlar yok olmuştu. okul yok olmuştu. evren yok olmuştu. yalnızca o vardı. gülüşü güzel olan o çocuk vardı yalnızca.
aklımı başımdan almıştı.
ilerleyen günlerdeyse onu her yerde görmeye başladım. ya ben deliriyordum, ya da o çok fazla enerji doluydu; devamlı okulda gezip her an gülecek kadar hem de.
ne zaman bahçeye insem birileriyle beraberdi, çevresindeki insanlar hep değişiyordu. yemek almaya gittiğimde onu daima kantinci ablaya sırnaşır, herkesin tostundan yer ve içeceklerini izin dahi almadan dudaklarına götürürken görürdüm. derslerden bunalıp camdam dışarı baktığımda bile orada olurdu. sürekli, ama sürekli, gözüme takılıyordu.
bir gün onu etkinlik odalarının olduğu kısımda, yere çökmüş bir şekilde gördüm. bu, onu dudaklarında bir gülümseme olmadan gördüğüm ilk seferdi. kimsenin gelmediği bu bölümde ne yaptığını düşünüyordum ki, gözünden akan yaş bir pırlanta gibi ışıldadı; gözlerim kamaştı. aynı zamanda, nefes alamadığımı hissettim.
birden bire bulunduğumuz kattaki hava o kadar yoğunlaştı ki, sanki içime çektiğim oksijen damarlarım arasında sıkıştı. bu zamana dek hep gülerken gördüğüm çocuğun acısı somutlaştı, gözle görülür ve elle tutulur bir hale geldi.
ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. onun mutluluğuna o kadar inanmış, bunu o kadar kanıksamıştım ki o anki acıdan kıvranır gibi görünen hali kalbime dokundu. ayaklarım benden habersiz ilerlemeye başladı, kollarım ona sarılmak muhtaçlığıyla karıncalandı.
tam da vaktiymiş gibi, arkadaşının "hey, jeon jeongguk!" diye yükselen sesi bulunduğumuz ışıksız ortamda yankılandı. ardıma dönüp bakmasam bile koridorun başından bu tarafa doğru ilerlediğini biliyordum. "nerdesin lan sen? hani langırt oynayacaktık?"
jeongguk'un bedeni elektrik çarpmış gibi birden titrediğinde, boğulduğu düşünceleri arasından zar zor yüzeye çıktığını fark ettim. ancak nefes nefeseydi, muhtemelen arkadaşı ona seslenmese yutulup gidecekti zihninin karanlığında. hızla gözlerini sildi; yetersizdi. kızarmış çehresi ağladığını ele veriyordu. ancak böyle bariz bir şeyi bile anlamadı arkadaşı -ya da anlamamış gibi yaptı, bilmiyorum.
o gün ilk kez bana baktı. yanımdan geçeceği sıra gözleri benimkilerle kesişti ve haftalardır kendime engel olamayıp izlediğim bu çocukta ilk kez böylesine bir bakış gördüm. sanki... sinirli gibiydi? ağladığını gördüğümü anladığı için mi sinirlenmişti? muhtmelen asıl siniri kendineydi, güçsüzlüğünü bana ifşa ettiğini düşünüyordu. güçsüz olduğunu düşünüyordu.
ona bariz çekildiğim ilk andı bu sanırım. neden yalnız olduğunu öğrenmek istedim, neden ağlıyor olduğunu ve madem bu kadar mutsuzsa neden gülüp durduğunu... ayrıca ona sarılmak istedim. bunu gerçekten, gerçekten çok istedim.
sonrasında benim gözlerim onu arar hale geldi. karşıma çıkmasına gerek yoktu, çünkü ben devamlı peşindeydim. kalabalığı sevmezdim, insanları sevmezdim ama onu görmek için devamlı bahçeye çıkar oldum. katıldığı her kulübe katıldım (ki sayıları oldukça fazla) ve çok aptalca olduğunu bilmeme rağmen eve gidiş yolumu bile değiştirdim.
bir zaman sonra onu pek fazla aramama gerek kalmadı, arkadaşlarıyla sürekli bizim sınıfa gelir oldular. ne zaman teneffüs zilini duyup başımı kaldırsam önce "yugie!" diye bağıran sesini duyuyor ve hemen ardından önümden geçip gidişini izliyordum. rahatsız ediciydi, biraz. yine de değiştirmek için hiçbir şey yapmadım.
zaten çok da uzun olmayan bir sürenin sonunda anladım ki "yugie" diye seslendiği sınıfımdaki çocuk ve onun daima yanında olan arkadaşı hoseok flört ediyorlarmış, bundanmış hep çevresinde oluşları. o zamanlar bunu kendime itiraf edememiştim ancak içten içe yugyeom'la ilgilenen kişi o olmadığı için rahatladığımı biliyorum.
çokça zaman geçti benim gözlerim onun üzerindeyken. kulüp görüşmeleri için çok kez okul dışında bir araya geldik, evine giderken birçok kez yanında oldum, kelebek sistemden dolayı sınavda yan yana oturduk hatta. ah o sınav zamanı... ilk kez bu kadar yakınımdaydı. kokusu burnuma doluyordu, çilek gibiydi. ben içimdeki hislerle savaşırken o sınavını oldukça kısa bir sürede yapıp başını masaya koymuş, sıraya bir şeyler çizmiş ve muhtemelen bundan da sıkılmış, gözlerini kapatıp uyumuştu.
her an olduğu gibi, uyurken de çok güzel görünüyordu. küçük, şekilli dudakları aralandığından tavşana benzemesine sebep olan dişlerini görebiliyordum. (ne zaman ona tavşan deseler dudaklarını büzüp mızmızlanırdı, tam bir bebek gibi.)
her detayı ayrı ayrı çekiyordu beni kendine. dudağının altındaki, burnunun ucundaki ve boynundaki güzel benlerinden öpmek istiyordum. benim de burnumun ucunda bir ben vardı ve bu, o aptal efsanelere inanmaya itiyordu beni. ruh eşi olduğumuzu düşünmek istiyordum.
elmacık kemiğinin üzerindeki ufak yara izi bile jeongguk'un yüzünde kusursuzluğun tanımı haline geliyordu. tanrı'nın en değerli eseriydi o bana göre, tanrı'nın varlığının kanıtı sayılabilirdi güzelliği.
bol kıyafetler giyiyordu genelde, kendisine en az üç dört beden büyük kıyafetler. ne zaman birileri ona sarılsa, ince beli gözler önüne seriliyordu ancak. içimde bir şeylerin bundan etkilendiğinin de ayrıca farkındaydım. zaten ondaki her şey aklımı başımdan alıyordu benim. daha önce kimseye bu denli dikkat etmemiştim, ama onun ellerini bile seyrediyordum. elleri bile ayrı güzeldi.
o sınavdayken tek bir soru bile çözemedim. hayatımda aldığım en düşük nottu ve öğretmenlerimden aileme kadar herkesten azar işittim. umrumda olmadı, onu bu denli yakından izlemek pahabiçilemez bir zevkti.
tabii anlam veremiyordum bu davraşlarıma, açıkçası üzerine pek fazla düşündüğümü de söyleyemezdim. yeni yeni fark ediyorum pek çok şeyi ve bu yüzden arkadaşlarıma hak verir hale geldim son zamanlarda; ben jeon jeongguk'a fena kapılmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
and he smiles
Fanfictionhe's talking to angels, counting the stars making a wish on a passing car he's dancing with strangers, falling apart waiting for superman to pick him up