Yürüdüm, yürüdüm ve halen yürüyorum. Bugün yürümelere doyamadım. Kalbim bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor vücut ısım asla düşmüyordu. Ellerim terliyor, biraz heyecanlanıyordum. Kalbi kırık bir insan ne kadar heyecanlanırsa, o kadar işte. Bir şey hissedemeyecek kadar daha şuurumu kaybetmemiştim, ama düşünceler denizinde, eğer ki su boyumu geçerse ayaklarımı kıpırdatmaya bile mecalim kalmayacaktı biliyorum. Kulaklarım garip uğultular işitiyordu, bir miktar korktum. "Elimden bir şey gelmez ki!" deyip yürümeye devam ettim. Hava sanki bir sıcak oluyor, bir soğuk. İçim bir kalın, bir ince oluyor. Güneş bir açıyor, ben bulutların arkasına gizleniyordum... Öyle sanrılar içinde takip ediyordu bir ayağım diğerini. Bu hallere düşmek vardır ya hani "ben öyle bir insan mıyım?" derler, evet ben öyle bir insandım. Ben kötü hallere düşen bir insanım. Bir şeyler olgunlaşmamış içimde, belki de ben hep ham kalmışım. Acımıyorum kendime, artık o raddeyi çoktan geçtim ama gülecek dermanımda kalmadı dudak kıvrımlarımda. Yüzüm donuk, içim buruk, elim yok, gözüm kısık, kulaklarım eh işte... Bazen onu duyuyorum, bazen seni. Bir yüreğe iki kişi nasıl sığarsa o kadar eh işte...
Cebimden çıkardığım, kutusunda tek kalan sigarayı yakıyorum. Sigara beni yavaş yavaş terk ederken, hiç varmak istemediğim yere kendi isteğimle ulaşıyorum. "Vay be!" diyorum içimden, ben sayılı da olsa bu hayatta bir şeylere ulaşabiliyorum. Kendimi çok fazla gömüyorum. Kefen yok, sanırım artık beyazı ben de sevmiyorum...
Adımlarımı yavaş yavaş atıyorum ama kapı sanki hep önümde. Gerçi ne kadar yol olursa olsun uzunca, insan hep bir kapı görmez mi önünde? Telefonum çalıyor, duyuyorum ve kimin aradığını da biliyorum. "Geldim!" diyorum ama o bilmiyor, olsun gerek yok. Her şeyi bilince insan çabuk unutuyor kıymeti, sevgiyi belki de kendini... Bir kere zile basıyorum, iki kere daha basıyorum, sonra üç kere daha... Açana kadar basıyorum, bu huyumdan ciddi anlamda nefret ediyorum. Demir kapı sonunda açılıyor ve ben asansörsüz evin beşinci katına içtiğim her sigaraya lanet ederek çıkıyorum. Her basamakta sigara, her basamakta küfür, her basamakta iyi ki! Sonra karşımda hiç tanımadığım bir yüz beliriyor. Burnu çok güzel, saçları sarı, gözleri yok gibi, elleri... Hayır! Oraya bakma diyorum kendime, eller onun elleri değil.
Bugün el yok!
"Merhaba."
Bir merhaba bu kadar sönük olmamalıydı. Oysa bir merhabaya kaç gülüş sığardı...
Kapının pervazına dayanmış beni süzüyordu, bense karşısında sadece gözlerine bakıyordum. Özlediğim koku ilişti burnuma, öksürmek istiyorum. Neden hep o marka? Neden her bedende aynı etiket...
"Merhaba." Hala insanken karşılık veriyorum.
"İçeri geçelim mi?" diyor.
Hangi içeri diyesim varken, susuyorum... "Olur."
Antreye adım attığım anda uzun bir anılar geçidinde yürüdüm. Duvar boydan boya neredeyse her neslin, her genin ve her coğrafyanın fotoğraflarıyla bezenmişti. Bütün fotoğraflar siyah beyazdı, anlayacağın içerisinde biraz benden, biraz da senden vardı. Gerçi artık ikimizde yoktuk, gri bizden bir renk değildi... Üç ya da dört metrekarelik bir alanda ne kadar uzun yürünürse o kadar zaman aldı salona geçişim. Yalan yok etkilenmiştim, özellikle Afrikalı yaşlı bir kadının acılı surat ifadesi ve tüm mahcubiyetiyle belki de istemsiz hafif bir tebessümü karşısında uzunca durdum. İşte hayatın kuralları ve kaideleri. Ne kadar hayat elinden kayıp giderken, bir fotoğraf makinesi karşısında, insan hep gülümseyecektir. Peynir de!
"Ne içersin?"
Şu an seçim yapabilecek kadar kendinden emin bir halim yoktu. Eğer seçim yapabilseydim bu akşam burada olabileceğimi düşünmüyordum. Nasılda yalan, nasılda beynim yokmuş gibi kendimi kandırıyorum... Boş ver o bunu bilmiyor, o yüzden topu karşıya at...