-horrified

bir yanardağdan örnek alacaktım kendimi:
          	içim öyle genişti ki, 
          	içime atmakla olan derdimi bir bir anlatsam bile, 
          	anlamayacaktı hiç kimse.
          	tarihe, patladığım o ilk anla geçtiğime gücenecektim.
          	bunca zaman, bunca lavı, bunca yerde nasıl muhafaza ettiğimi, 
          	aslında zapt ettiğimi takdir eden biri olabilir mi?
          	
          	tuhaf biri olduğumu, 
          	beni kuşkusuz bu yüzden sevdiğini 
          	ama belki günün birinde yine aynı sebepten 
          	nefret edebileceğini mırıldandı.
          	birlikte uyandım birileriyle 
          	ve birlikte uyudum aynı rüyayı görmediklerimle.
          	buna hiç üzülmedim,
          	önceden olsa içerlerdim.
          	yumruklarımı çiçek gibi gevşetmeyi,
          	kalbimi sıradan şeyler gibi açmayı,
          	hatırıma kırk fincan kahve içmeyi alışkanlık edindim.
          	
          	çok başım ağrıyor, diye ortalıkta gezindim.
          	durmadan tekrar ettim: çok başım ağrıyor, çok başım ağrıyor... geçsin istedim.
          	dil bilgisinin insanı avuttuğunu 
          	bilmiyorum ilk kim fark etti.
          	"seni anlıyorum" demenin kestiği cezayı aşktan yoksunluklarına veriyorum.
          	hayata hazırlıklı değildim ama iyi yaşadım. 
          	vidalarımın attığı yerlerime ellerimi bastırdım. 
          	içimde kaynayan sular sanki bir tek patladığında tehlikeli.
          	çünkü bu, dışarıdan fark edilmem anlamına gelirdi.
          	demir bilyelerin içinden çiçek fırlatacağım kimsenin aklına gelmedi.
          	
          	hep onun bunun korkusunu ezberledim.
          	halk dilim, literatüre beş çekti.
          	hiç tatmadım ama
          	homofobiyi iyi bilirim.
          	bu penceredeki demir parmaklıklar panik atak yarattı bende.
          	hırsızdan mı depremden mi daha çok korkuyorum, bir türlü karar veremiyorum. 
          	kendimi dışarı atamama endişem 
          	ve hırsızın beni içeride enselemesine duyduğum korku,
          	at yarışında toynak farkıyla kaybeden üstüne aylık kiramı yatırdığım atla aynı durumda.

-horrified

bir yanardağdan örnek alacaktım kendimi:
          içim öyle genişti ki, 
          içime atmakla olan derdimi bir bir anlatsam bile, 
          anlamayacaktı hiç kimse.
          tarihe, patladığım o ilk anla geçtiğime gücenecektim.
          bunca zaman, bunca lavı, bunca yerde nasıl muhafaza ettiğimi, 
          aslında zapt ettiğimi takdir eden biri olabilir mi?
          
          tuhaf biri olduğumu, 
          beni kuşkusuz bu yüzden sevdiğini 
          ama belki günün birinde yine aynı sebepten 
          nefret edebileceğini mırıldandı.
          birlikte uyandım birileriyle 
          ve birlikte uyudum aynı rüyayı görmediklerimle.
          buna hiç üzülmedim,
          önceden olsa içerlerdim.
          yumruklarımı çiçek gibi gevşetmeyi,
          kalbimi sıradan şeyler gibi açmayı,
          hatırıma kırk fincan kahve içmeyi alışkanlık edindim.
          
          çok başım ağrıyor, diye ortalıkta gezindim.
          durmadan tekrar ettim: çok başım ağrıyor, çok başım ağrıyor... geçsin istedim.
          dil bilgisinin insanı avuttuğunu 
          bilmiyorum ilk kim fark etti.
          "seni anlıyorum" demenin kestiği cezayı aşktan yoksunluklarına veriyorum.
          hayata hazırlıklı değildim ama iyi yaşadım. 
          vidalarımın attığı yerlerime ellerimi bastırdım. 
          içimde kaynayan sular sanki bir tek patladığında tehlikeli.
          çünkü bu, dışarıdan fark edilmem anlamına gelirdi.
          demir bilyelerin içinden çiçek fırlatacağım kimsenin aklına gelmedi.
          
          hep onun bunun korkusunu ezberledim.
          halk dilim, literatüre beş çekti.
          hiç tatmadım ama
          homofobiyi iyi bilirim.
          bu penceredeki demir parmaklıklar panik atak yarattı bende.
          hırsızdan mı depremden mi daha çok korkuyorum, bir türlü karar veremiyorum. 
          kendimi dışarı atamama endişem 
          ve hırsızın beni içeride enselemesine duyduğum korku,
          at yarışında toynak farkıyla kaybeden üstüne aylık kiramı yatırdığım atla aynı durumda.

-horrified

yağmur ha yağdı, ha yağacak. incecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. hüznün bütün koşulları hazır. nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. yaşamak bir can sıkıntısı mıdır? her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
          
          ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından? dönelim… dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır… olsun, dönelim biz yine de. bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var, evlere dönelim. ölçüsüz yaşamak bize göre değil. büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. küçük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde? umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.

-horrified

ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın?
Reply

-horrified

yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler... kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür… alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
            kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz. rünya bir testidir, de, ömür bir su… ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de. değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. yıldım ömrümün kalıplarından. beni duy ve anla. delilik mi dedin? kim bilir… belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak, beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile… 
Reply

-horrified

yaşama sevinci adına bir tutanağım kalmadı. bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir göz bebeklerimden. sahi, nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum, umut karamsarlığın; sevinç, acının azıcık soluk almasından başka ne ki? yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa?
            
            öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni oluşturdu, ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre yitikleri’nde önem kazanmaya… oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben’e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde… bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir?
            susmak yalnızlığın ana dilidir, şiiridir. beni konuşmaya zorlama ne olur... kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle? kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki?
Reply

-horrified

bir daha düzeltilemeyecek sözler söylemeye korkuyorum.
          baharı ve kışı özlüyorum aynı anda,
          sonra yaşlanıyorum giderek.
          kırılganlığım geçiyor odalardan,
          suç bunun da adı.
          kopuk ve uzak bir şeyler var. 
          ya beni bırak, ya sarıl bana.
          
          seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp,
          sanki senden bahsetmiyormuşum gibi yapıp, 
          sanki benden bahsetmiyormuşum gibi;
          fırtınayı ve huzuru anlatacağım.
          hiç gerekmeyen yıllarda huzur, 
          çok gereken yıllarda da fırtına nasıl yaşanır onu anlatacağım.
          sürekli kılınmadığını,
          yani kısacık sürdüğünü, 
          oysa hayatın bir korkular ve alışkanlıklar bütünü olduğunu,
          bütün bunları sana nasıl anlatacağım?

-horrified

çocukken de böyleydim, 
          özel biri değildim, 
          düşe kalka büyüdünüz de ben sadece izledim.
          çocukken de böyleydim ben,
          kabuk tutan yaralarımı soyar,
          tekrar tekrar kanatırdım.
          güçlü olmak zorunda değilim.
          zaten ben çocukken de böyleydim.
          kolay üzülür, kolar gülerdim.
          biraz büyüdüğüm zaman,
          birileri bana güçlü olmam gerektiği konusunda
          bir kamyon dolusu öğüt verdi.
          güçlü olursan seni ağlatmazlar, dedi.
          oysa insan ağlamadığı zaman kendini ne kötü hissederdi...

-horrified

dışarıdan soğuk göründüğüm için insanlar bana yaklaşmadığını söylemiştir ama nietszche "ben bir ormanım, karanlık ağaçların gecesi, fakat karanlığımdan korkmayanlar selvilerimin altında güller bulacaklardır." demiştir

-horrified

her sabah ilk ışıklar gözlerimi oyardı,
          uyanan taş duvarlar iniltimi duyardı.
          kafada çelik gibi fikirler dursa bile,
          kalplerin eksik olmaz böyle zayıf halleri.
          bazen kendi kendimin elinden kurtulurdum,
          kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurdum.
          ruhum bir heykel gibi düşüp parcalanırdı, 
          bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı.
          tabanca şakağımda tasarladım aydınlık dünyayı bırakmayı.
          gönlüm acıklı buldu, en ateşli çağımda
          sönük bir yıldız gibi boşluklara akmayı.
          bir sonbahar yağmuru gibi içim ağlardı
          bir şeyler fakat beni yaşamağa bağlardı.

-horrified

annemin bir sürü gülü var
          ve açtıkça kesiyor annem gülleri. 
          "kesme, dalında güzel" diyorum,
          "güller kesildikçe açar" diyor annem, 
          tabiatın kanunu böyleymiş.
          ben bazı kanunlara hiç alışamam zaten.
          annem benim, 
          neden yorgunluktan başka
          fotoğrafın yok evimizde? 

-horrified

çabalıyorsun sanmıştım seni ama o yaralı mizacını yenemezdin hiçbir şeyle. hiçbir şeye saygın yoktu senin. insanlara da, kendine de. sen, kesici maddesin. kendini kes sadece, keseceksen. yaklaşma insanlara.