- Beni niye bırakıp gittin Müzeyyen?
- Elimde değildi, kendime engel olamadım. Ona aşıktım. Seni üzmek istemezdim ama kendimden de vazgeçemedim.
- Değdi mi peki?
- Mesele bu değil ki, yaşamam gerekiyordu yaşadım. Ama biliyorsun işte bitiyor en nihayetinde her şey gibi.
- Çay için teşekkürler.
- Gitme! Lütfen! Diyelim ki gitmedin. Seninle beraber olmaya devam ettik. Ne değişecekti? Ne yapacaktık?
- Sevişirdik.
- Başka?
- Sabahları beraber uyanırdık. Ben senden önce kalkardım. Senin uyuyuşunu izlerdim. Sonra sen uyanırdın. Bana gülümserdin.
- Sonra?
- Sonra, sabahları çayı tek şekerli içtiğini, günün diğer saatlerinde şekersiz içtiğini biliyor olurdum. O ilk şekeri ben atardım çayına, zarifçe eritişini izlerdim.
- Sonra?
- Sonra, en çok boynundan öpülmeyi sevdiğini biliyor olurdum.
- Güzelmiş.
- Sonra dışarı çıkardık. Dışarıda yağmur yağıyor olurdu. Biz şemsiyeyi almazdık. Sırılsıklam olurduk. Sonra sen bana sokulurdun. Ama saçağın altına hiç girmezdik. Sonra sen üşütürdün. Ayakların buz gibi olurdu. Ben sana en sevdiğin o mavi çoraplarını getirirdim. Sonra bayramları babaannenin mezarını ziyaret etmeye giderdik.
- Gider miydik gerçekten?
- Giderdik. Hayatta en sevdiğin kadın için ağlayışını izlerdim senin. Hiçbir şey yapmazdım; gözyaşlarını silmezdim, seni teselli etmezdim. Orada öylece ağlayışını izlerdim senin. Başka insanların mezarlarının arasında dolaşarak, hayatın ne kadar şahane bir şey olduğunu düşünürdüm. Sonra hiçbir şey yapmazdık. öylece otururduk. Çok bilinmeyenli bu sorunun yanıtını arardık. Hayat bizi yalancı çıkarana dek, bulduğumuz cevapları doğru sanırdık.
- O zaman, bir çay daha içelim mi?
- Daha fazla çay içmek istemiyorum ben.
● Fakat Müzeyyen Bu derin bir tutku.