Bahtsizalldays
Hissettiğimi söylemeye çalışıyorum hissettiğimi kendime söylemeden.
@Bahtsizalldays
3
Works
0
Reading Lists
194
Followers
Hissettiğimi söylemeye çalışıyorum hissettiğimi kendime söylemeden.
Hissettiğimi söylemeye çalışıyorum hissettiğimi kendime söylemeden.
⏤͟͟͞͞★
Hiç mi yaşarmadı gözlerin sevdiğine baktığın zaman? Uzaklara gittiği zaman bir mektup yazmayı çok mu gördün? Kalbine giden yokuşları tırmanırken, Bilemedim içimdeki sensizliği. Unuttum yeniden sevmeyi. Bir umutla çıktığım her yolda. Kapılar sana çıkacakmışçasına geldiğimden Hiç düşünmedim vazgeçememeyi. Korktum, ağladım seni kaybedeceğim anımı, Başım sağ olsun, aşkı kaybetmişim. Bilemedim içimden gelen sessizliği. Ardıma bakmadan geride bıraktım kırık kalp Bir sana, bir de bana ait. Cam gibi tuzla buz.
Yeşilliklere doğru uzanan saçları, kayalara değen elleri, ağaçlara tırmanan ayakları… Doğa ben ise, ben de doğa isem, şapkamı takar uzanırım ormana. Yürürüm sonsuz dolu bu düzlemde, gördüklerimi çizerim toprağıma, aşkımı anlatırım, babamı anlatırım kuşlara. Ellerimden akan ırmaklardan geçer geyikler, ürkekliğime benzer, sarılırım ürkekliğime. Ben benim ya doğa kaybolur benliğimde ürkekliğim kalır geriye şapkamı takar uzanırım göğe. Sevgi ararım, şefkat ararım, özlem ararım, annemi ararım bulutlarda. Gök gürler, gök ağlar, gök de beni sever, ceketimi alır uzanırım kışlara.
Mehtap karşılar beni gökte, yalnızlığımı aydınlatır, zamansız benliğime ay ışığı gönderir, akşamları öğretir, annemi bildirir, babamı duyurur. Doğayı kucaklar koyar yanaklarıma, doğa ben ise, ben de doğa isem Turgut düzleminde uzanıp kendi yanaklarımdan öperim. Prangalar giymiş baharlar, hasretten eskimiş. Ahmet arif düzleminde saçlarıma kan gülleri takarım. Doğa ben ise, ben de doğa isem ve sen çok yaşında her zamanki çocuksan, edip düzleminde uzun bir yolda görürüm seni. Şapkamı takar uzanırım kendime.
Zamanı kırıp. Göbeklitepe’de dolanırım, topraklanır alnım tapmaktan. Zamanı kırarken kırılırım, yarımım kalır aitsizlik çektiğim devirde. Cam kırığı misali, aitsizlik içinde seccademi alır savrulurum göğe. Annemi duyarım, seslenişini, okşamasını, koklamasını, hıçkırığını şapkamı alır seccademi serer ceketimi giyer uzanırım göğe, anneme. Çamlar içindeyim, meşeler, çınarlar etrafında, hayal meyal gibi, tükenmiş doğa, ben tükenmişim, annem tükenmiş, sevgi tükenmiş. Domateslerim, marullarım kurumuş. Zamansızlığa yenik düşmüş benliğim sorgular benliğimi. Var mısın? Doğa mısın? Annen misin? Şapkamı takar uzanırım göğe.
ꓖⳙ̈ⳑⳙ̈ⲙ⳽ⲉ
Belki birtakım acıları yüreğinize göme göme yüreğiniz yangın yeri olmuş olabilir. Bunu gizlemek, dizginlemek için de gülüyor olabilirsiniz. Gülersiniz, gülersiniz ve gülersiniz. İçiniz bir nebze olsun serinlesin diye bu sefer de şu söz gelir akıllara :”Çok gülen insana iyi bakın, mutlaka içinde derin acılar gizlidir.”Ne deseniz boş gelir ve siz yine gülümsemeniz ile yanıt verirsiniz. Bırakın her şeye rağmen gülen yüzünüz kalsın hep ve hiçbir zaman bu gülüşünüzü kimsenin soldurmasına izin vermeyin. O yüzden ne haliniz varsa gülün çünkü insan gülebildiği kadar insandır.
Aynı zamanda bu özel bitkinin çağrıştırılan bir diğer manası gülmek, gülümsemek. Gül ne kadar da güzel özdeşleşmiş o vakit “Tebessüm etmek(gülümsemek) sadakadır.” diyen bir ümmet peygamberiyle. Gülmek, gülümsemek… Yüzümüzün mizacını ortaya çıkaran en iyi şey. Ne önemli değil mi, hayattaki tüm olumsuzluklara rağmen hafif bir tebessümle negatifi pozitife çevirebilmek. Öyle ki araştırmalar bile bunu kanıtlar vaziyette. Yüzümüz kızgın bir hal aldığında 43 kasımız, gülümsediğimizde ise sadece 17 kasımız harekete geçiyor. Yani bilimsel araştırmalar bile bize gülmemiz gerektiğini söylüyor, gülersek daha az efor sarf edeceğimizi belirtiyor. Sebebi ne olursa olsun, gülümsemek en güzeli. Sen mutlusun, her şey yolunda ve düşündüğün zaman karşındaki insanı da mutlu ediyorsun aynı anda hormonlar devreye geçiyor ve gülümsüyorsunuz.
Gül… değil mi? Ne güzel bir çiçek, ne özel bir bitki. Bir çok rengi barındıran aynı zamanda bu renklere de anlam yüklenen bir çiçek türünden bahsediyorum. Kırmızısı olsa bir sevgi manası yüklenir, ‘seni seviyorum’ anlamını teşkil eden bir çiçek olur adeta o zaman. Beyazı olsa ayrılık, sarısı olsa hüzün, pembesi olsa naçizane bir tatlılığı temsil eder. Aynı zamanda yaprakları da pek kıymetlidir; bazen birinin başından aşağı dökülebilir, bazen de biri uğruna yollara serilebilir bu yapraklar.. Hele kokusu, o kokusu… değil midir bizi mest eden? O bize bir şeyi çağrıştırır. O’nu… En sevgiliyi… Peygamberimizi çağrıştırır elbette, gül kokusu idi ya onun teni, gül simgeliyordu onu… Gül’ün belki de kendini şereflendirmesinin en güzel sebebi bu olsa gerek.. Kutlu Nebi ile anılması.
Uçurtmaların havada savrulduğu gibi savrulan hayatlardan esintiler taşır bulutlar. Kimisi sert ve virajlı, kimisi yumuşacık, kimisi kara ve kimisi ise bembeyazdır. Birde herkesin farklı şekillere soktuğu bulutlar var. Çocukların oyuncaklara benzettiği, yetişkinlerin ise kafasını kaldırıp bakmadığı ama aslında yeryüzündeki olayların olağan çıplaklığını yansıtan bulutlar. Elimizin altındaki toprağın sesine olan sağırlığımıza, şaşkınlıkla bakan bulutlar. Çığlık çığlığa susan deniz yüzünü dönmüş, bunu gören bulutlar. Mevlana’nın sözlerini okumamışça yaşayan insanlar, şaşkın bulutlar. Kirlenen gökyüzü, halen en güzel anıları anımsatır, bağırır tutkuları biz sağır, bulutlar şaşkın. Şiirler bulutları yazar, insanlar kör, satırlar şaşkın. Biz hepimiz aynı anadan doğmuş büyümüş farklı yollara giden düşünceleriz, farklı emeller uğruna ölmüş sonra ise yeniden doğmuş gibi dirilmişiz, bulutlar ise bizim yollarımız. Zamandan kopan, kaybolan, yerini yönünü bulamayan benliklerimize zaman olan bulutlar. Yollarda gördüğümüz üstü eski püskü gözleri umut dolu olan evsiz çocukların evidir, bulutlar. Anlamını yitirmiş, tutkusunu, inancını kaybetmiş sevgilere direktir, bulutlar. Noktalı nefessizliklerimize, virgüldür bulutlar. Ağlayan cinsiyetlere gökkuşağıdır, bulutlar. Bulutlar elimizin tersiyle ittiklerimizdir, yaşamdır. Nefestir, türcü değildir, ırkçı değildir, vahşi değildir. Amansızca koştuğumuz tepeler, tutuştuğumuz eller, baktığımız gözler, dinlediğimiz tiyatrolar, yarınlar yokmuş gibi okunulan şiirler, yazılan hikâyelerimizde ki dostumuz, bulutlardır. Cebimizden çıkardığımız yıllanmış aynalara, kitaplığımızda tozlanan dergilere, sesi kısılmış şarkılara yandaştır, bulutlar. Barışın çocuğudur, Mevlana’nın sağ kolu, şairlerin kalemidir. Yalnız, ağrılı, kıyılı ve başsız olan hikâyelere, sezenlere, baştır, bulutlar.
Biz;
-Gülüm, bir gün burayı terk edecek olursan seninle iletişim kurabilmek için bize bir kapı arala… Gülüm, keşke sana kendime açılan kapılardan fazlasını aralasam. Beni bulup ne yapacaksın? Keşke sana kendine açılan, bahçelere, dağlara ve güzel denizlere açılan kapılar aralasam. Hatta hepsi ben olsam da sen hiç zahmet etmeden ben açıversem sana dilediğin bütün kapıları. Sana nasıl ulaşır da gelir nereden bileyim, bir papatya bıraktım say kapına. Gözlerinden öptüm, sırtını sıvazladım, alnına da üfleyiverdim bütün güzel duaları. Bana açılan bir kapı bulursan ilk iş beni ara, karanlık seni ürkütsün geri dönüver. Beni bir ağaç bil, yaslan ve gölgelen her bulduğunda.
Biten serüvenlerimden bana kalan bu başlangıçları çantama koymalıyım ki yol üzeri yolsuz kalmayayım. Kâğıtlarım, kalemlerim, düşlerim ve benliğim… Çantamda. Adım adım uzaklaşırken bu kırık şehirden duraksadığım ve kafamı çevirip de bakmak istediğim çok an oldu; kapı gıcırtısı, bir yel esintisi, uzaklaştıkça artan sesler son olarak ise bir küçük güneş ardımda. Duraksadım, elimi uzattım yüreğime yoluma devam ettim. Adım adım uzaklaşırken arkamda toz tanelerine dönen evler, binalar, o koca kırık şehir toz duman… Kaldırdım başımı, diklendim benliğime. Uzaklaşmalıyım, gitmeliyim, bilmeliyim, hissetmeliyim. Kırık şehir ben değilim, içim almıyor kırık şehir olmayı, zaten ben de değilim kırık şehir. Değilim… Etrafımda uçuşan ağaçlar, yürüyen evler, yanan göller hiçbiri ben değilim. Benliğimden değil hiçbiri, öyle olmalı. Saatler duruyor, günler geçiyor, zaman bulutlanıyor. Ben benden gitmiyorum, kırık şehir de benden. Havalanıyorum gökyüzüne, kollarımı açıp tadıyorum rüzgârı. Binaların arasında süzülüyorum, güneşten geçiyorum, ağaçlara konup bulutlara uzuyorum, yıldızlara geliyorum; kokluyorum. Ben havalanırken zaman eşlik ediyor bir yerde bana, yan yana dolanıyoruz devasa bu evrende. Gezegenler tanıyoruz, zamanlar görüp geçiriyoruz. Biz, biz olup unutuyoruz saati. Yol bitiyor, başlangıç kalmıyor artık. Çantama bakıyorum askı kısmından usulca uzanıyorum içine, en yakın dostum zaman yanımda, etrafa bakınıyorum, uçuyorum içerde kısa bir süre, bulamıyorum, başlangıçlarımı. Yine o usulca girdiğim aralıktan geri çıkıyorum. Renksiz bir sokak karşılıyor beni, dükkânlar boş, evler sessiz, çocuk cıvıltısı eksik, az bir zaman sonra tanıyorum kırık şehir burası. Ben değilim. Yıllar boyunca yürüyorum, devirler aşıp, çağ geçiyorum, yüzyıllar deviriyorum kendimce. Sonunda ise vardığım bu kasaba, yine kırık şehir. Kırık şehir benmişim, ben olmamalıydım.
۵
Hayal kurmaktan ötesi yoktu mutlu olmak yolunda ve o da çocukları hayal ederdi bu rengarenk yolculukta. Bir çocuğun gözlerine baktığı zaman, onun yaşama sevincini iliklerinde hisseder ve masumiyetiyle ruhunun kuşandığına şahit olurdu hayallerinde. Ne de beyaz hayallerdi bunlar! Bu şahitliğe fazlasıyla gönüllüydü gönüllü olmasına da ya o çocuk büyürse, ne olacaktı sonra? Masumiyeti zamanda eriyecek miydi? Erimemeliydi. Çünkü çocukların masumiyetleri ölmez, çocuk masumiyeti taşırsa insanlık, işte o zaman iyilikle kuşatılmış bir yer olacaktı dünya, beyaz ve aydınlık.
Ne istiyorum sahiden? Huzurlu bir yaşam mı? Peki ne yapıyorum onun için? Hiç. Koskoca bir hiç. Oysa ben böyle başlamamıştım hayata ya da en azından çizdiğim yola. İçimdeki her neyse söküp atmak istiyorum onu bir an evvel. Korkusuzca diyebilirim o zaman ”Hamdım, piştim.” Sözcüklerim yaptıklarımın üzerini örtemiyor. Ne zaman adım atsam bir ayağım geride, bir ayağım kangren kalıyor. Kesiyorum ben de ilelebet yaşanacakları. Ya da iyi olan yolları. Sahi ben ne zamandır kendimi iyileştirmeye çalışıyorum? Yapmıyorum işte. Kendime durup durup o kahrolası öğütleri veriyorum. Zırvalayıp duruyorum bir romanın en bilinen cümlesinin ağızdan ağıza dolaştığı gibi. Sonsuz teşekkürler sana kendim, her seferinde kendini çukura saplıyorsun. İyice öğrenebildim mi kendimi? Ya da öğrenmek istedim mi acaba? Söylesene saygıdeğer Matmazel, daha kaç kez hayata suç atacaksın böyle? Düştüğüm zamanlarda annem derdi, ”Ağlama geçecek.” Peki niye geçmiyor şimdi? Yer belledim kalbimi acılara. Oradan oraya sürükleniyorum sadece.
Hani diyor ya Oğuz Atay, ”Ne zaman hayata tutunmaya çalışsak hep mahrem yerleri geldi elimize.” Aynen öyle işte. Bir ”Tutunamayan” olarak da ben varım.
Olmaktan korktuğum şeye dönüşüyorum. Suçu kendimde buluyorum bu kez. Hayatıma kim girerse girsin yoruyorum bir yerden sonra. Hani denizi çok seversin ama yürüyemezsin, suyun beline kadar geldiği yere ilerken bile yürürsen bacaklarda kuvvet kalmaz ya işte o misal. Çırpınmak gerekir bir süre sonra, defalarca kulaç atmak gerekir ama yorulursun her seferinde daha fazla çabalamak seni yorduğundaysa kıyıya vurup denizi uzaktan seyredersin. Ben de öyleyim işte. Ancak uzaktan iyiyim, derinliğim de kıyım da yoruyor benim. Evet dünya! Adilliğin kazandı bu kez. Yarım yamalak ben yok oldum şimdi öylece. Sessizce, kimsesizce. Hiçbir söz söylemiyorum. Bir gün veda edeceğim. Ağzımla değil, ruhumun bedenimden ayrılmasıyla. Ben artık yaşamamak istiyorum hiç var olmamış gibi. Yanlış anlaşılmasın bu bir intihar mektubu ya da isyan muhabbeti değil. Kendimle yüzleştim sadece.
Both you and this user will be prevented from:
Note:
You will still be able to view each other's stories.
Select Reason:
Duration: 2 days
Reason: