köpüklü kahvesinden bir yudum aldı. başını kaldırdı.dalgakıranların berisindeki duru suyun üzerinde salınıyordu takalar.
ufacık şehirde yaşadığı tezatlığı farkedip gülümsedi dalgakırana. daha bir kaç saat öncesinde kurtulmuştu, yirmibeş sene boyunca soluduğu sidik kokusundan... yirmibeş sene... dile kolaydı çekmeyen için tabii ki. ama o, telaffuz bile edemiyordu. acı veriyordu, her bir harfi bile, kalbine...
tezatlık en başta başlamıştı aslında.
ona özgürlüğünü geri veren sürgülü kapı kesmişti cezasını, içeri girdiğinin ilk gününde. bileklerindeki kelepçelerle onu içeri çeken dev kapı, küçücüktü o çıkarken. isterse yokolsun ne farkederdi ki... yirmibeş senede yirmibeşbin kere yokolmuştu o... yeraltı zindanlarında...
şimdi yine sorsalar, yine suçsuz olduğunu söylerdi. çünkü suçsuzdu. her mahkumun suçsuz olduğu kadar... zorlanmıştı. onun bir suçu yoktu ki... babası eline zorla tutuşturmuştu silahı, daha onsekiz yaşındayken. ne yapsaydı? itiraz mı etseydi babasına? babasıydı o... şimdi ise, kırküç yaşında, hayatında idrak edebildiği tek kapı, sürgülü kapı olan, yeni yetme bir yaşlıydı. sevmemişti. sevilmemişti. sevmeyi öğrenmemişti bile... sadece bir kere...çeşmenin başındaki güzeli gördüğünde kıpırdanmıştı yüreği. onbeş yaşındayken... içeri girmemişken... tarlada yorulduğundan nefes alamadığını zannetmişti.
hiç mi bir şey öğrenmemişti? tabii ki öğrenmişti.
yirmi metrelik duvarların ardından işittiği dalga seslerine, “deniz” abi’sinin nasihatları eklenerek geçirmişti onca seneyi. denizle ve “deniz” abi’siyle...
kahvesinden bir yudum daha aldı. başını kaldırdı. dalgakıranların ötesindeki azgın dalgalar yılmadan vuruyorlardı kayalara.
ufacık limandaki tezatlığı farkedip gülümsedi bu seferde. daha bir kaç saat öncesine kadar, isyanlardı umutları etrafındakilerin. umutlanmak istediklerinden çarpıp dönmüşlerdi zindanlardaki zifiri kayalardan. ip durmazdı ki, bağlanabilsinlerdi.