Zaman… Akıp giden, tutulamayan, yakalandığını sandığımızda bile elimizden kayıp giden bir kavram. Bir gün kendimizi ona yetişmiş zannederken, ertesi gün çoktan geride kaldığımızı fark ederiz. Peki, zaman gerçekten hızla akıp giden bir nehir mi, yoksa biz mi ona yetişmeye çalışırken yoruluyoruz?
Zamanı yönetmek üzerine binlerce kitap yazıldı, yöntemler geliştirildi. Saatlerimizi planladık, ajandalar tuttuk, alarm kurduk. Ama yine de günlerin hızla geçtiğinden şikâyet etmeye devam ettik. Çünkü zaman, sayılarla ölçülebilen bir şey olmanın ötesinde, bizim onu nasıl yaşadığımızla anlam kazanan bir olgu.
Bir çocuğun oyun oynarken geçirdiği saatler, bir yetişkinin iş yerinde geçirdiği saatlerden daha mı kısa? Yoksa çocuk anın içinde kaybolduğu için mi zaman onun için farklı akıyor? Belki de sorun, zamanı yakalamaya çalışmak yerine onu hissetmeyi unutmuş olmamızdır.
Belki de zamanın peşinden koşmayı bırakmalı, onunla dost olmalıyız. Bir sabah kahvemizi içerken gökyüzüne daha uzun bakmalı, bir sohbetin tadını çıkarmalıyız...