Sanatçı; oluşturacağı eserde estetik kaygı, ahenk, imge ve biçimsel unsurları fazlasıyla önemser.
Duygu, her ne kadar başarılı bir şekilde yansıtılmış olursa olsun, öznenin etrafında belirdiği için, mutlaka bazı eksiklikleri bulunur.
Lâkin asıl yazar, şair ya da tek bir kavramın içinde genelleyecek olursak bir edebiyatçının, kesinkes böyle takıntıları yoktur. Özne, kişinin kendisidir o an. Ve içindekileri kâğıda serpmek haricinde, herhangi bir amaç yoktur.
Türk Edebiyatı'nda, özne ve edebiyatçının muhteşem bir alegoriyle birleştiği ancak birkaç isim sayabilirim: Tevfik Fikret, Ziya Osman Saba, Sezai Karakoç, Cahit Sıtkı Tarancı ve her ne kadar ideolojik görüşlerini uçarı bulsam da, muazzam bir şair olduğu su götürmeyen Necip Fazıl Kısakürek.
Şiir ve düz yazının içinde geçirilen zamanın uzunluğu, ben ve benim gibi amatörlere kısmı bir olgunluk katmanın yanında, birtakım gerçekleri de görmesine olanak sağlayacak bir zemin oluşturuyor. Günler ve yıllar geçtikçe, şiir ve roman ismini verdiğimiz kavramların mânâsızlığı, içimizde bir kurtçuk gibi hızla büyüyor.
Peki bu kötü bir şey mi? Bana göre tam tersine, oldukça iyi bir şey. Mânâ, belki ne için geldiğimizi ve var olma amacımızı dahi bilmediğiniz bu dünya için önemli bir olgudur. Ancak aynı mânâyı kâğıda dökerken izlenmesi gereken en iyi, bana göre o mânâyı tamamen yok etmek.