Mustafaylmm

Uzun bir aradan sonra yeni şiirim yayında, okuyacak olanlara şimdiden teşekkürler. Bir süredir aklımda dönen satırları kâğıda dökecek gücü ve zamanı bulamıyordum, bu şiirle beraber umarım hızlanabilir ve daha düzenli bir ritim yakalayabilirim.

Mustafaylmm

Uzun bir aradan sonra yeni şiirim yayında, okuyacak olanlara şimdiden teşekkürler. Bir süredir aklımda dönen satırları kâğıda dökecek gücü ve zamanı bulamıyordum, bu şiirle beraber umarım hızlanabilir ve daha düzenli bir ritim yakalayabilirim.

Mustafaylmm

Sanatçı; oluşturacağı eserde estetik kaygı, ahenk, imge ve biçimsel unsurları fazlasıyla önemser. 
          
          Duygu, her ne kadar başarılı bir şekilde yansıtılmış olursa olsun, öznenin etrafında belirdiği için, mutlaka bazı eksiklikleri bulunur.
          
          Lâkin asıl yazar, şair ya da tek bir kavramın içinde genelleyecek olursak bir edebiyatçının, kesinkes böyle takıntıları yoktur. Özne, kişinin kendisidir o an. Ve içindekileri kâğıda serpmek haricinde, herhangi bir amaç yoktur. 
          
          Türk Edebiyatı'nda, özne ve edebiyatçının  muhteşem bir alegoriyle birleştiği ancak birkaç isim sayabilirim: Tevfik Fikret, Ziya Osman Saba, Sezai Karakoç, Cahit Sıtkı Tarancı ve her ne kadar ideolojik görüşlerini uçarı bulsam da, muazzam bir şair olduğu su götürmeyen Necip Fazıl Kısakürek. 
          
          Şiir ve düz yazının içinde geçirilen zamanın uzunluğu, ben ve benim gibi amatörlere kısmı bir olgunluk katmanın yanında, birtakım gerçekleri de görmesine olanak sağlayacak bir zemin oluşturuyor. Günler ve yıllar geçtikçe, şiir ve roman ismini verdiğimiz kavramların mânâsızlığı, içimizde bir kurtçuk gibi hızla büyüyor.
          
          Peki bu kötü bir şey mi? Bana göre tam tersine, oldukça iyi bir şey. Mânâ, belki ne için geldiğimizi ve var olma amacımızı dahi bilmediğiniz bu dünya için önemli bir olgudur. Ancak aynı mânâyı kâğıda dökerken izlenmesi gereken en iyi, bana göre o mânâyı tamamen yok etmek. 

Mustafaylmm

Sanat, toplum için yapılmaz. Sanat, sanat için de yapılmaz. Daha doğrusu yapılamaz. Çünkü ne toplum o kadar bilinçli ne de sanatın bizzat kendisi o kadar masumdur.  
          
          Yazılanı yazdıran özne haricinde, aslında şiir de abartıldığı kadar yüksek bir anlatı biçimi değildir bana göre. Kelimeleri doğru bir şekilde kullanmayı bilen herkes, bir bakıma şiir yazabilecek kapasitededir. Aynısı düzyazı eserler için de geçerli. 
          Geçmişten günümüze inatla sürdürülen bir gelenek var; sanatı ve sanatçıyı üstün kalıplar içine yerleştirmek. 
          
          Yaşanmışlık, hüzün, biraz melankoli ve gözlem, romanın özünü oluşturur. Ve çağımız insanı bu konuda o kadar çok kendi vasfının gerisinde bir potansiyele düşmüştür ki, aynı eylemi gerçekleştiren sıradan birisi, kolaylıkla ölümsüz romanlar yazabiliyor. 
          
          Aşk, karamsarlık gibi duygular da şiirin bahanesidir. Bir bakıma, hayatın akışına ayak uyduramamış, bazı boşlukların içine hapsolmuş ruhların kendini tatmin etme biçimidir sanat. Hiçbir yazar ve şair, asıl dehasını hayatına yansıtamaz. Biyografilerini araştırdığımız zaman hepsinde büyük kusurlar yahut anormal davranışlar görebiliriz. Sürekli bir aşağılanmışlık hissinden gelen kibir ise cabası...
          
          Peki asıl sanat nedir? Kişiden kişiye değişebilecek çok yönlü bir soru bu. Kişisel fikrimce, gün boyunca kirli elleriyle çalıştıktan sonra evine dönen bir baba, sanatın ve şiirlerin en güzeline sahiptir. Dünyadaki bütün kötülüklere rağmen gülmeyi başarabilen çocuklar bu şiirin içinde umut, ölümü hatırlayan yaşlılar sonhabar, duygularını diri tutabilenler ayna, sevdiğini hiç dokunmadan bağlı kalabilenler bülbül, sürur içinde bekleşenler gül, bir bebeğin gözlerini açması ise ilkbahar...
          
          Sanatçıların sadece bu yansımaların bir kısmını kullanarak oluşturdukları ürünler böylesine önemsenirken, o yansımanın özündeki ışığın fark edilmemesi oldukça üzücü...