Hesabına 2-3 yıl sonra girersin ve eski halinin dedikleriyle baş başa kalırsın. Davranışlarını ve düşüncelerini anlamlandırmaya çalışırken sonsuz bir girdabın içine çekilirsin. Sadece iki yıllık bir sürede nelerin değiştiğini, kimlerin ilerlediğini ama benliklerinin aşındırıcı, gündelik ağırlıklardan oluşan rüzgârlar karşısında güpgüçlü durduğunu görüyorsun. Gururlanıyorsun ama kendi içinde dolan utançtan kurtulamıyorsun. "Cidden ben de onlar kadar gelişebildim mi?" diye soruyorsun kendine. Doğaldır belki de, insanın hayatını adaletli bir şekilde değerlendirememesi. Yine de kırılıyorsun çünkü başkalarının sözcüklerini içine alamıyorsun ama rahatlatıcı sözler istiyorsun. Eğlencesine yazmaya başladığın şeyleri çabucak felsefik, karanlık yazılara çeviriyorsun.
Yatıyorsun. Yine hatırlayamadığın eksik bir yapboz benzeri rüyalardan birini görmüşsün. Bir beş dakikaya bütün yapboz parçalarını kaybediyorsun. Aklını yeni bir düşünce sarıyor: Gün ışığı ne kadar da parlak, içimi bir bardak çay gibi ısıtıyor. Banyodan döne döne çıkıyorsun, balkonuna koşup nefesi içine içine çekiyorsun. Of be, diyorsun. Hayat ne güzel şey ya, insanoğlu ne güzel bir lütuf bu taşa toprağa. İnsanlığı sevmesem bile insanı sadece içindeki potansiyel için seviyorum. Yabancı hisler kalbini sarmalıyor. En acı tarafı da belki yabancı olmasıdır, onlar huzur ve umuttur ne de olsa. Bunların uzun sürmeyeceğini biliyorsun, sevmediğin sınıfına girince eserinin kalmayacağını biliyorsun. Şunu da biliyorsun; sabahları, arkadaşlarla harcanan öğle yemekleri, günbatımları... Hepsi bu hisleri sana geri getirecek.
1/2