Ben bir garip, Gariban.
Bağlasam boğazıma urganı, itsem ayaklarımın altındaki tahtayı, son versem bu ızdıraba.
Görünen ve görünmeyen yaralarım bir gazzal tarafından yıkansa, her biri beyaz peçeyle sarılsa, hatta ilk çenemden başlanılsa. okşanarak ıslatılsa mesela saçlarım,
kimsesizliğim hıçkırıklara boğulurdu.
Uçup gittim mi ben şimdi?
Yüzleri ıslak insanların arasında dolaşsam, sesimi duyurmak için çabalasam, koşsam en sevdiklerime, ne bileyim kendimden başka kimse kalmasa, toprak bile beni yanına almazsa mesela, sanıyorum bertaraf olurum.
Benim ben, Gariban.
Hani şu tesadüfleri kovalayan, Allah'a yalvaran, yardım eli dilenen, yine benim ben, Gariban.
İnsanlar toplanmış kabrimin etrafında, görüyor musun? Ben ise onlardan uzak kamelyaya kurulmuşum. Uçuşan yusufçukları izliyorum, onları dinliyor, ağıtları işitmiyorum.
Sahi beni seven mi vardı?
Yahut sevdiğine seviyorum demek ahirete mi kaldı?
Ben yapamadım. Gariban yapamadı.
Kovaladığım ölümleyim şimdi. Kendini öldürünce bu dünyaya hapis kalacağımı bilemezdim. Gerçi kimse bilemezdi.
Benim ben Gariban.
Gazetede naşıma yaraşır bir başlıkla bu dünyadan uğurlanan. Gariban'dım ben. Üç satıra sığan Gariban...
Toprağıma yağmurlar yağdı.
Çiğler düştü üstüme, ben o kamelyadan bir türlü kalkamadım. Yerde, ıslanmış gazete parçasına bastırılmış resmime gözüm kaydı.
Adıma yazılmış olanlar ise:
SOKAKLARDAKİ SON UYKUSUNA YATTI!