Sayısız bir parçalanış; ağızda yarım kalan çığlıklar, korku dolu gözbebeklerinden içeri giren tiz sesler, boğazı yakan acı bir sis, üstümüze çullanan koyu bir gölge gibi şimdi ölüm.
Yazmayacaktım, yazmaya ne dilim ne elim varıyordu. Bencillik kokan parmak uçlarım sevdiklerimi aramaya yeltenirken kendimden utanıyor, gözlerimi dışarıda devam eden hayata dikiyordum.
Elime bir kalem geçince, bu acıyı bir iki kelâma dökeyim diyorum, kalem susuyor, ben susuyorum.
"Kaçıncı?" Diye tekrar soruyorum kendime. "Bir tanesi bizim yanımıza düşüp yıllar sarfedilmiş hayatlarımızı alana kadar, kaç parmak yetecek saymaya?"
Sonra derin bir sesssizlik acı bir şarkıya dönüşüyor. Tüm o insanların, geride kalanların, kolunu-bacağını kaybedip telefonu açtıklarında pürüzlü bir polis sesi duyanların acısı peydahlanıyor yüreğimde, içimden ağlamak, yazmak geliyor. Kaleme bakıyorum, kalem susuyor, ben ağlıyorum.
Bağırıp çağırmak, "Durun!" demek, birkaç hakarate sığdırmak istiyorum öfkemi, yetmiyor. Kalemim gibi bende susuyorum, yanımdan insanlar gülerek geçiyor, kahve içmekten, interet kafeye gitmekten bahsediyorlar. Güya hayat devam ediyor...
Birazdan uykum gelecek, yatacağım. Sabah olacak ve günler geçecek. Unutacağız, bir başkası olana, tekrar ağlayana kadar unutacağız ve sanki alışacağız biraz. Sonra birisi bizim yanımızda saçacak ölüm kokan nefesini, belki biz, belki kendimizden çok sevdiğimiz kişiler kapılacak kasırgaya benzeyen o nefeslere. İşte o zaman, nankör bir kalbe giydirilmiş acı dolu haykırışlara adanan aklımız fırlayacak yerinden, "Nasıl?" Diyeceğiz, "Nasıl..nasıl..?" Unutmak diyordum ya, ne mümkün...Eğer utancına bürünmüş bir kalpe hayattaysak, ve camdan hiç bitmeyecekmiş gibi akıp giden zamana bakıyorsak, hiç tozlanmayan hatıraların hacmiyle ters orantılı yükü bükecek sırtımızı.
Kalemim "Sus artık.." diyor, boğazımı acıtan koyu bir dumana bürülü ülkem yorgunluk aşılıyor damarlarıma, dudaklarım birkaç haykırış için aralanıyor.
"Nasıl..nasıl..?"