Hepimizin bir evi vardır. Bazen maddi, bazen ise manevi bir evdir bu. Ve işin kötüsü, ben iki evimde de hep yalnız kaldım. Bekledim, bekledim, aylar geçti. Ama ben beklemeye devam ettim çünkü evimin bir gün yeniden ışıldayacağına inandım. Kapıdan gelen ayak seslerinin, sabahlayan kuşların ve gün ışığının içeriyi dolduracağını sandım hep. Sonra anladım ki, böylesine yalnız olmayı kabul edememiştim hiç. Neydi bu yalnızlık? Niçin zordu kabullenmesi bu kadar? Yalnızlık, yalnız bırakılınca değil kalpler parçalanınca olurdu. Benim kalbim öyle çok parçalandı ki en sonunda hiçbir kalple bir bağı kalmadı. Böylece ortada parçalanacak bir kalpte kalmadı, hepsi çoktan gitmişti. Bir gün evimden içeriye yeniden kuş sesleri girdi ama ben kafamı kaldırıp cıvıldayan kuşları göremeyecek kadar halsizdim. Kuşlar gitti, sesler kesildi, ben yalnızlaştım ve evim çürümeye başladı. Sonra ben de evimi yaktım. İşin kötüsü, sığınacak liman kalmadığında yanmakta olan evime geri döndüm. Bir baktım, ben de yanıyorum artık. Olsun dedim. Savrulur küller etrafa, unuturuz bizde öylece. Evim yandı, ben yandım, evimin ateşi harlandı, ben kül oldum. Ve yapacak hiçbir şey yoktu. Çünkü benim evim dışarıdan her zaman çok güzel görünürdü ve kime sorsan orada yaşamak istediğini söylerdi. Kimse bilmezdi o güzeller güzeli evim beni ne çok yaralardı...