Sanki göğsümün ortasına sert bir yumruk indi ve aldığım nefesler boşluğa doğru süzülmeye başladı. Bakışlarımın kilitlendiği buzdan maviler oradaydı; yıkımım oradaydı, varlığım oradaydı, geçmişim oradaydı. Orada, karanlıkta birbirine sarılmış iki kişinin gölgesi vardı ama artık kim olduklarını bilmiyordum. Hiçbir şey görmüyordum.
“Çok…”
Üzgünüm
Sadece ilk kelimeyi duymuştum. Ellerimi sıktım, tırnaklarım avuçlarımı kanatacak gibi bastırıyor ama acıyı hissetmiyordum bile.
“Neden…” Duraksayıp sakin bir nefes almaya çalıştım. “Ben…?
“İnan bana bu durumun seninle bir ilgisi yoktu. Seni tanımıyordum bile.”
Sanki zaman donmuştu, kelimeler ağır ağır zihnime çarpıyor ama hiçbiri bana ait hissettirmiyordu. İçimde kabaran öfke ve kırgınlık birbirine karışmıştı; kime yönelmem gerektiğini bilmiyordum.
İnan bana, diye başlayan o cümle, içimdeki bütün duvarlara çarptı ve parçalanarak dağıldı.
“Beni tanımıyordun, öyle mi?” Sesim titredi. Dudaklarımdan çıkan kelimeler, kontrol edemediğim kadar keskin ve öfkeliydi.
Karşımda duran yüz, anlık bir pişmanlıkla gölgelenmişti ama gözlerindeki o buz mavisi parıltı hâlâ oradaydı. Yalan mıydı, yoksa gerçeği saklayan bir perde mi? Artık ayıramıyordum.
“Peki şimdi tanıyor musun?” diye fısıldadım. “Beni, en çıplak hâlimle… buradayım… görüyorsun. Tanıyor musun?”
Sessizlik. Sadece kalbimin göğsümü yumruklayan çırpınışı vardı.
Bir his. Karanlık, yavaş yavaş içime sızıyordu. Gözlerimdeki yaşlar kurşun gibi ağırlaşıyor ama akmıyordu.
“Cevap ver…” dedim, boğazım düğümlense de.
İçimdeki sesler birbirine çarpıyordu. Bir yanım “kaç, kurtul” diye bağırırken diğer yanım, onun titreyen ellerine uzanmak için yanıp tutuşuyordu.
Bir süre sadece göz göze geldik. Buz mavileriyle karanlığım birbirine çarpıp dağılıyordu.
“Keşke…” dedi boğuk bir sesle. “Keşke başka bir dünyada olsaydık Duru; orada seni sevmek, seni paramparça etmekten daha kolay olurdu.”