"can, bir his var çok nadir duyduğum ama ne yapsam ne etsem bulamıyorum adını..."
"nasıl bir his, tarif et..."
"böyle eski bir şarkı duyduğunda o şarkıyı ilk kez dinlediğin an gelir ya aklına, hani o an güneş yüzüne nereden vuruyor, o bile aklında kalmıştır da duyana kadar bilmezsin bunu. sonra aklında gizli kalan her şeyi deli gibi merak eder, ama onların bir şarkıya, bir rüzgara, ya da bir insana rast gelmeden açığa çıkmayacağını ve bütün bunlardan herhangi biri ölene dek kaderinle çakışmazsa sonsuza dek gizli kalabileceklerini bildiğin için hüzünlenirsin. işte böyle bir şey."
"çok garip bir şey bu anlattığın. ben hiç böyle hissetmedim."
"peki ya aklın hiç öyle senden izinsiz kurmaz mı kendini bozuk saat gibi?"
"kursa bile hiç çalmaz olmadık zamanda..."
"böyle yaşanır mı, can?"
"neden? bir senin bildiğin gibi midir yaşamak?"
"affet beni, öyle demek istemedim."
"af dilenecek bir şey yok bunda. kusura bakma dalgınım biraz bugün ve hafif üzgünüm de."
"neden, can?"
"hiç. hani dedin ya aklım bozuk bir saat gibi olmadık zamanda çalıyor diye. benimki de hep susuyor, kurumuş bir su tulumbası gibi. çekmeye çalıştığında gıcırdıyor yalnızca. bunca zaman biriktirdiğin her şey bir hiçmiş gibi. peki ya sen?"
"ben ne?"
"hiç öyle hissettin mi? kurumuş... kurumuş bir su tulumbası gibi."
"hayır, can."
"güzel. allah seni bu histen sonsuza dek uzak tutsun."
"seni de, can!"
"gel seveyim seni... bak ne uysalsın ben üzgünken. hemen koydun başını elimin altına. şu kurumuş kuyudan sel çıkabileceğine inanan bir tek sen kaldın..."