siyah saçlar... yerin tozuna, kirine karışan o saçların uçlarındaki kar beyazı teller... gözleri kapalı ve beyaz teni daha da soluk, tıpkı su gibi çok berrak. ince parmakları hareket etmiyor, zayıf göğsü inip kalkmazken küçük saydamsı burnundan akşam güneşi vuruyor ve nakajima'nın gözünü alıyor. rüzgarlar esiyor, iki adamın saçı da havada dalgalanırken zaman öylece akıp gidiyor. nakajima aynı yerinde duruyor; dizleri üzerinde yatan sevgilisine bakar halde can çekişiyor.
elleri sevgilisinin pürüzsüz alnını okşuyor, yumuşak ve tatlı. sanki hiçbir şey onları bozamaz, onları ayıramazmış gibi. gözleri sürekli onun saçlarında dolanıyor, toz pembe dudaklarında, mavimsi göz altlarına bakıyor. arada bir sevgilisinin kirpiklerine takılan ince telleri yavaşça çekip alıyor.
"bugün ne kadar da sessizsin, akutagawa."
kimse duyamayacak ama o konuşuyor. çatlak sesi koskocaman ağaçların arasında rahatsız edici bir melodi gibi.
keşke elinden bir şey gelebilseydi. keşke sevgilisinin son kez sesini duyup, son kez onun göz bebeklerine bakabilseydi. neden böyle olmuştu? nakajima nerede hata yapmıştı? hayatındaki her şeyde olduğu gibi bunda da geç kalmıştı ve şimdi suçlu kendisi değilmiş gibi sevgilisinin ölü bedenine bakıp onun güzelliğini son kez seyrediyordu.
aklı ermiyordu bir kere, öldüğüne bir türlü inanmıyordu. hala yanındaymış, hala kendisini ona anlatabilirmiş gibi, hala onu öpebilirmiş gibi hissediyordu. yüreği boştu, zihni boştu ama gözleri doluydu.
pişmanlık duymadan, ne olacağını düşünmeden okşadı sevgilisinin yanaklarını. parmakları soğuk tene değdiği anda dank etmişti her şey kafasına. şimdi anlıyordu belki de, olacakları görmesine rağmen, yardım edebilecek durumda olmasına rağmen durdurmuştu kendini ve şimdi, dizlerinin üstündeki adam onun bütün suçlarının ete kemiğe bürünmüş haliydi. soğuktu, hırpalanmıştı ve acı çekerek ölmüştü, bu su götürmez bir gerçekti.