Dünya artık benim için uyandığımda başlayan kötü bi rüyaydı. Şimdi ne yapmalıydım? Seçilmemek beni sadece üzmeli miydi yoksa kahrından öldürmeli miydi? Insan böyle zamanlarda ne hissetmeliydi? Üzgün olmaktan öteydi duygulanm ama ölüme de bir o kadar uzaktı. Eksik, yitik ve sahipsiz gibiydim. Öylece kalakalmıştım bir hiç gibi. Akşamdı, hüzünlüydüm. Hüznü seviliyor sandığımdan değil, sevilmediğime yangınımdandı... Oysaki hiçbir günahım yoktu. Aşkın bir bekleme odası vardı. Orda oturup sıramı bekliyordum. Sevdiğim adamın bana gelmesini... O adam arada bir odanın kapısından bakıyor ve gülümsüyordu. "Biraz daha bekle" demektii bu. "Biraz aşklarım var, bitirip geliyorum" demektii Ona inanıyordum. Daha doğrusu inanmayı tercih ediyodum. Hep öylesini tercih ediyodum. Çünkü aşkta kör olanlar, sevdiğinin yalancı olduğunu bilmesine rağmen, ona "kanmayı" değil, "inanmayı" seçerdi. Kara talihime yanıyordum. Kendimi acıyarak izliyodum ve ne çok ağlıyodum içimden "bu aşka değer" diye... "Olsun... bazı aşklar gözyaşıyla büyür" diyodum. Suskunlaşıyodum. Anlamaya çalışıyodum içimi. Kalbimi aklımla anlayamazdım ki. Giden hep kazanıyodu ama kalan olmak bana hiç yakışmıyodu. Üstüme asıl yakışmayansa seçilmeyen olmaktı. Bir ihtimali oynamak ne kadar gurur kıncıydı. Hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir yoldaydım. Bir öykünün sonuymuşum meğer daha girişinde kandırmışlar beni...