"Ölmek için çok genç,
yaşamak için fazla telaşlıydık..."
Ölüm ne kadar da hızlı, ne kadar da anlık. Dün gülümsediğin birini sonraki sabah bulamıyorsun bazen. O telaşın içinde görmezden geldiğin, sonraya ertelediğin, içindeki söylemekten vazgeçtiğin, ikinci plana attığın kişiyi sonraki gün göremeyebiliyorsun. O hayat telaşının içinde karşısındakinin değerini anlayamıyor insan. Aslında 1 saniye sonrasını bile göremeyeceğini bilmiyor. O telaş ve koşuşturmaca içinde kaybolup gidiyoruz. Bazense en beklemediğin anda öğreniyorsun. Zaten içinde bir sıkıntı, bir ur var ama isimlendiremiyorsun o ana kadar. Sonra beyninden vuruluyor gibi oluyorsun. Zaman dursun, ne ileriye gitsin ne de geriye diyorsun. Böyle sanki her an kötü bir kabustan uyancakmış gibi. Sanki bir rüyada geziyor gibi oluyorsun. Yaşıyorsun ama hissedemiyorsun. Bütün bedenin karıncalanıyor gibi. Özellikle de beynin! İnanamıyorsun insanların sözlerine. Uzun zamandır tuttuğun o şey bir anda içinde patlıyor, göz yaşlarınla dışarı atabiliyorsun sadece. Ama bazen de ağlamaya bile çekiniyorsun. "Ben onun neyiyim ki insanlar ne düşünür, ne der? Sohbetimiz yok bile bana mı düşüyor onun yası." diyebileceğin kişiye ağlaman insanlar tarafından yargılanıyor. Sadece o kişiye ağlamıyor insan. Bütün ölümlere, bütün ölüm korkularına ağlıyor. Ha yanlış anlamayın kendi ölüm korkusuna değil sevdiklerinin ölümüne olan korkusundan ağlıyor insan. Kendi ölümünü anlamaz insan. Ölüm zaten yaşayanlar için değil midir? Diğerleri derin bir uykuya dalar sadece... O yas sessizliği, o yas saatin tik tak sesi yada arkada bunu umursamayan insanların kahkahaları o kadar derinine işliyor ki, içinde bir öfke büyüyor. Ama sadece büyüyor işte. O an onları susturacak, konuşacak halin bile olmuyor, o gücü kendinde bulamıyorsun. Biliyorsun zaten sen desen de onlar bunun farkına varmicak.