"Sanki önceden her anımda benimle birlikteydin. Ben tek gözlü bir evde karanlıkta yaşıyordum ve sen gelip kapımı çaldın. İçeri aldım seni. Işıklarımı yaktın, oysa karanlığıma ortak olsan bile yeterdi bana. Bir pencere vardı da birlikte yıldızları izledik. Sonra gün geldi, söndü tüm ışıklar. Olsun, dedin. Mumlar yaktın odanın ortasına. Mumlar da elbet eriyip sönecekti, ama o zamanlar farkedemedik tabii. Daha sonra bir fırtına koptu, penceremizin önü kapandı. Artık yıldızlarımız da kalmamıştı. Fakat yine elinden geleni yaptın, duvarlarıma yıldızlar çizdin ben üzülmeyeyim diye. Hemde fosforlu kalemlerle. Karanlıkta birbirimizi görmeden oturduk geceleri, yalnızca varlığımızı hissederek. Farklı köşelerden duvardaki yıldızları seyrettik, biliyordum. Ama sonra, bir sabah uyandığımda yoktun. Kapı aralıktı. Bir insan evinin kapısını aralık bırakıp en fazla ne kadar uzağa gidebilirdi ki, diye düşündüm. Saatler geçti. Ardından günler. Aylar. Mumlarımda sönmüştü artık. Karanlığa hapsolmuştum. Ama kalkıpta o kapıyı kapatmadım, gelirsin diye. Çünkü giden insan veda ederdi değil mi? En azından bunu borçluydu ardında bıraktığına. Yağmurlar yağdı, fırtınalar koptu ama kapatmadım o kapıyı. Gün gelir, kapının önünden geçer, kapalı olduğunu görüpte vazgeçersin diye korktuğumdan. Madem gidecekti, neden yıldızlarını da götürmedi? Neden beni acı içinde bir başıma bıraktı? Fakat sonra ne oldu biliyor musunuz, o örtmeye kıyamadığım kapıyı kendim çekip çıktım. O eve dışarıdan bakmak içimi eritti. Bakışlarımı etrafa çevirdiğimde şehrin kalabalığı korkutmuştu beni. Bu fazlalığın içinde öyle kaybolurdum ki ne ben onu bulurdum, ne de o beni. Yine de vazgeçmedim, son bir kez ardımdaki eve baktıktan sonra sakin, telaşsız adımlarla terkettim orayı. Çoktan vazgeçmiş bir insan edasıyla. 'Belki bir gün yolumuz denk düşer.' diye düşündüm uzaklaşırken. 'Belki bir gün bu küçük evin önünden geçer; bakın, ben burada bir dünya yaratmıştım ve içine ruhu benim için yanan bir kadın hapsetmiştim." dersin."