Elinde kamerasıyla özgür bir adamdı, özgürlüğü yaptığı çekimlerle tanımlardı. Kendini sınıflandırmaz, tam olarak 'ben şuyum' demezdi. Bir mekana girdiğinde bütün bakışlar ona döner, herkes onunla konuşabilmek, büyüleyici sesini duyabilmek adına sıraya girerdi. Kalabalıklardan hoşlanmaz, yalnızlığı sevdiğini söylerdi ama benimle bir gün dahi görüşmezse çekilmez bir adama dönüşürdü. Çelişkilerle doluydu, anlaması güçtü saklı benliğini. Kafasında bir mezarlık taşıdığını ve benim de bir fotoğrafımı mezar taşlarından birine asmaktan korktuğunu söylerdi, anlamazdım onu. Gözleri beni en zifiri karanlıkta bile seçerdi, özümde yıldız tozu olduğunu iddia eder, parladığımı dile getirirdi sürekli. Elleri bedenimi bir coğrafyayı keşfeder gibi gezinirdi, en ücra köşelerimde hissederdim yanık parmak uçlarını. Parmak uçlarını yakmış zamanında, "Çıkaramadığım bir leke vardı, ben de yaktım." demişti bana. Her gece bahsettiği lekenin yerine geçmiş yaralarına buseler kondururdum, en çok bunu yaptığım zamanlarda hüzünle bakardı bana. Gözleri biraz dalgın bakardı, ama benimle buluşturduğunda rengarenk bakışlarını göstermekten çekinmezdi. "Ben siyah beyaz fotoğraflar çekerim hep ve sen çok renklisin benim kadrajıma."derdi, hiç fotoğrafımı çekmemesini buna bağlardım hep. Sonra bir gün geldi, elinde yıllardır tozlu vitrinde duran o kamera:
"Gülümse."dedi.
Çıkık ön dişlerimi sevdiğini bildiğim için, kocaman bir gülümsemeyle bakmıştım kamerasıyla karşımda duran ona. O da benimle birlikte gülümsemişti.
Aradan zaman geçti, ne bana o gün çektiği fotoğrafımı gösterdi, ne de bir yenisini çekti. Çok üzerinde durmadım çünkü dedim ya anlaması güç bir adamdı. Belki de bu sebepten; şimdi mezar taşınının üzerinde isminin olması gereken yerde duran o gün çekilmiş gülümseyen yüzümle bakışıyorum ve vitrinden yıllar sonra çıkarılmış kamerası bana geç kaldığımı hatırlatırcasına kırılmış bir vaziyette, tam ayak ucumda, soğuk bir toprağın üzerinde duruyor.